Bozulamayan Asabımız

Posted: 15 Ağustos 2013 Perşembe by bülent usta in
0

-->

Yine kar kıyamet olacakmış ortalık, yazılı ve görsel medya başladı her zamanki gibi panik atak hava durumu haberleri yapmaya. Hava durumuna gösterdikleri duyarlılığı, toplumsal olaylara gösteremeyişleri, acıklı bir durum olsa da, daha ne kadar havadan sudan bahsedeceklerini de merak ediyor insan.

Aslında havalardan çok insanın asabı daha fena bozuluyor bu topraklarda. Hem de öyle fena bozuluyor ki, değil kar fırtına, en azılısından bir kasırga bile daha etkili olamazdı yaşadığımız travmalara bakınca. Ama şu da bir gerçek ki, yeterince asabımız bozuluyor olsaydı, Pozantı’daki siyasi çocuk mahkûmların yaşadığı olaylar yüzünden ortalığın toz duman olması gerekirdi.  Ya da Pazar günü Taksim’de, acı bir olay olan Hocalı Katliamı’nı anmanın ırkçı bir gösteriye dönüşmesi de asabımızı yeterince bozmadı, bozamadı. Hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı Uludere Katliamı’ndan sonra da, her şey eskisi gibi devam etti mesela. Peki ama neden? Birkaç “vicdan ağrısı alan” kalem dışında ana akım medyadan muhaliflerin temizliği mi etkili oldu, bu suskunluğun yerleşmesinde? O “vicdan ağrısı alan” kalemlerin de, vicdan sömürüsü yapmayı bırakıp fikir üretmeleri de pek mümkün gözükmüyor artık.

Foucault, kendisiyle yapılan bir söyleşide sanatın günümüzde bireylerle ya da yaşamla değil, nesnelerle ilintili bir şey haline gelmesini eleştiriyordu. Sanatın geldiği bu durum, neden yeterince korkmadığımızı ya da asabımızın bozulmadığını da açıklıyor aslında. “Homosapiens”in artık düşünmeye daha az ihtiyaç duyduğu ve bazı antropologların dediği gibi homosapiens’in ölüp siberantropos’un yavaş yavaş ortaya çıktığını düşünürsek, bu duruma şaşırmamamız gerekiyor. Dikkatimiz dağınık, bilgimiz çeşitli olduğu kadar yüzeysel ve duygularımız yaşadığımız toplumsal ve bireysel travmalar yüzünden sakatlanmışken, yapılacak tek şey nesnelerle oynamaya ve onlardan daha fazla teselli aramaktan öteye gitmiyormuş gibi gözüküyor. Yazın deniz kenarında olmalarına rağmen playstation oynamak için internet kafeleri dolduran kalabalıkları görünce, bir manzarayı çıplak gözle değil de üç boyutlu olarak ekranlardan izlemenin verdiği heyecanı anlamakta zorlanmıştım biraz. Bu koşullarda çoğumuzun asabı hiçbir zaman tam anlamıyla bozulamayacak galiba.

Aslında bütün mesele, insanın hakikati çıplak gözlerle apaçık görebilme yetisine nasıl kavuşacağıyla ilgili. Meditasyonla mı, çilekeşlikle mi, sanat ya da felsefeyle mi, yoksa siyasetle mi? İnsanın gözlerini açacak şey, kendi kendisiyle olan ilişkisi, daha doğrusu varoluşunu sorgulamasıyla, kendi yaşamını bir sanat yapıtı gibi kurmaya çalışmasıyla, yani birey olmak için çabalamasıyla mümkün olabilecek bir şey. Toplumun muhafazakârlaşması, zaten çarpık olan modernleşme sürecini aksatarak bireyleşmeyi engelli, pahalı ve zorlu bir sürece dönüştürmüş durumda. Yunan felsefesi, insanın kendisini hakikate hazır hale getireceği bir eğitimi şart koşuyordu. Hakikate hazır hale gelmek, tasavvufta çile çekmekle mümkün olabilecek bir uğraştı mesela. Günümüzde ise hakikat, acıdan kaçar gibi kaçtığımız, tesadüfen karşılaştığımız zaman da çabucak unutmaya çalıştığımız bir şeye dönüşmüş gibi gözüküyor.

Hayata bakışımız, tanık olduğu savaşta insanların ölümünü fotoğraflayan savaş muhabirinin bakışına benziyor biraz. İzlediği şeye katılmayan, donuk bir bakış... Çünkü o savaş muhabiri, tanık olduğu vahşete değil de çekeceği fotoğrafa yoğunlaşıyor, bizim kendi gündelik hayatımıza yoğunlaştığımız gibi. Ama tam da aynısı değil elbette. Bu durumu, José Ortega Y Gasset,  “Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler” kitabında şöyle tarif ediyor:  “Ortada olup bitene duygularıyla katılmaz, ruhsal bakımdan olayın dışında ve uzağındadır; yaşamaz onu, yalnızca seyreder.” Gasset, çok daha acı bir gerçekten, “üzülmeye özenmek”ten bahseder bu “insansızlaştırma” sürecini anlatırken. Horatius’un ünlü sözünü alıntılar yazısında: “Ağladığımı görürsen ilkin kendine acımalısın.”

İnsanlar, savaş muhabirlerine dönüşmüş, sadece başkalarının hayatını değil, başkasının hayatıymış gibi kendi hayatlarını izler ve kendi hayatlarına bakıp çektikleri fotoğraflarla sosyal medyada bolca “like” almak ister gibi yaşamaya devam ettiği sürece, kolay kolay asabı bozulmaz kimsenin. Bozulsa bozulsa havalar bozulur.  Çocuklar tecavüze mi uğramış, katliamseverler meydanları mı işgal etmiş, savaş çığırtkanlığı mı yapılıyormuş, kimin umurunda. Meditasyon yapıp, kişisel gelişim kitapları okuyup, alışverişe çıkıp, televizyon izleyip kafanızdaki olumsuz düşüncelerden kurtulmaya bakın. Öyle ya, olumlu şeyler düşünmeli ki, güzel şeyler gelsin başınıza. Ama “hakikat” dediğimiz şey, gizlenebilen bir şey olsa da, kaçabildiğimiz bir şey olmadı hiç.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 29 Şubat 2012)

0 yorum: