Var Olmayan Kuyular
Posted: 18 Ağustos 2013 Pazar by bülent usta in
0
Yıllar evvel
“Kitap-lık” dergisinde “Hepimizi Öldürecekler” adında bir öyküm yayımlanmıştı.
Bugün de “Hepimizi Tutuklayacaklar” adlı bir roman yazasım var. Ahmet Şık ve
Nedim Şener’in tahliyesi, her ne kadar sevindirici bir gelişme olsa da,
düşünceleri yüzünden tutuklananlarla cezaevleri öyle bir doluluk oranına ulaştı
ki, vaziyet askeri darbe günlerini aratmıyor neredeyse.
Artık Ahmet Şık
dışarı çıktığına göre, biz şimdi kendi tutuklanma sürecimizi konuşabiliriz
rahatlıkla. Çünkü hepimizin tutuklanması an meselesi, hatta tutuklanmadan bile
tutuklanmış olma ihtimalimiz yüksek. Nasıl mı?
Öncelikle, ister
devleti tutkulu bir biçimde savunun, ister onu kıyasıya eleştirin, devletin
sizi umursamayacağını anlamanız gerek. Vatandaşlar, devlete hizmet ederlerse
ruhlarıyla, isyan ederlerse canlarıyla vatandaş olmanın bedelini fazlasıyla
öderler. Hatta hizmet edenler, savaşlarda ya da çalışma hayatında olduğu gibi,
bazen ruhlarıyla birlikte canlarını da feda ederler ama yine de devletin onları
umursadığını görmeyiz. Uludere Katliamı’nda olduğu gibi en fazla tazminat
vermeye çalışırlar ya da çocuğunuz savaşta ölünce, bir maaş bağlanır ve
unutulur gider. Gazi olayları ya da Sivas Katliamı’yla ilgili davaların zaman
aşımına uğratılması, devletin vatandaşlarını ne kadar umursadığının en canlı
kanıtları aslında.
Geçen Pazar,
Esenyurt’ta 12 inşaat işçisi, kaldıkları çadırlarda yanarak can verdiler.
Gazeteler, televizyonlar onların yangın yüzünden öldüğünü söyledi, ama
işçilerin can güvenliğini sağlamanın maaliyeti, canlarından daha değerli olduğu
için, gerçekte kâr etmek isteyen şirketler yüzünden öldürülmüşlerdi.
Tersanelerde ya da madenlerde de yüzlerce işçi, göz göre göre benzer
cinayetlere kurban edildi bugüne kadar? Devlete ya da çalıştıkları şirketlere
hizmet eden bu işçilerin ölümü, siyasi değil adli bir mesele olarak kayda
alınarak umursamazlığa terk edildiği sürece, işçi ölümlerinin de arkası
kesilmeyecek...
Beni düşündüren,
devletin umursamadığı halkın ne zaman ve nasıl kendi kendisini umursayacak
noktaya geleceği? Yargı Derneği eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin’in "Express"
dergisindeki yazısında itham ettiği gibi, bu umursamazlığın nedeni olarak,
entelijansiyamızın politik hakikat arayışından vazgeçip özgüvenden yoksun bir
ruh hali içinde egemen siyasetin oyuncağı haline gelmesinin de bir payı var
mıdır? Bu sorunun çeşitli şekillerde sorulduğuna tanık oluyoruz
bugünlerde.
Eskiden
entelektüellerin halkı daha çok umursadığını, ürettikleri çalışmalardan ve
toplumsal hareketler içindeki konumlanışlarından biliyoruz. Ama sanırım, halk
onları yeterince umursamadığı için, 80 darbesinden sonra artan bir ivmeyle
entelektüellerin bir kısmı köşesine çekildi, bir kısmı da, halktan çok devleti
umursayan bir ruh haline bürünerek kendi kendine ihanet etme pahasına devletin
ya da şirketlerin akıl hocalığına soyundu. Elbette Büşra Hoca gibi
entelektüeller, bu sürece dahil olmadılar ama, onlar da akademilerden ve
medyadan teker teker temizleniyorlar.
Halktan ve kendilerinden
umudunu kesen entelektüellerin karşısında iki seçenek vardı: Ya askeri, ya da
sivil darbe. Ordunun karşısında hükümeti destekleyen entelektüellerin yaşadığı
zafer sarhoşluğu, egemen siyasete dahil olmalarını kolaylaştırdı ve
entelijansiyamızın yaşadığı kriz de iyice derinleşmiş oldu. Hükümet üyelerinden
bile daha hararetli bir biçimde uygulanan politikaları savunacak kadar ya da
muhalif entelektüellere karşı medyada linç ayinleri gerçekleştirecek kadar,
entelijansiyanın bu denli zıvanadan çıktığına tanık olunmamıştır herhalde.
Zaten asıl şaşkınlık yaratan da bu hınç... Onların hıncını besleyen şey de,
kendi kendilerine ihanet ederek iktidarların tutsağı haline getiren kendilik
nefreti aslında. Arno Gruen, “Normalliğin Deliliği” kitabında, kendilik nefretinin
insanı nasıl artan bir iktidar hırsıyla deliliğe doğru yönelttiğini tahlil
etmişti.
Roberto
Bolano’nun Pegasus Yayınları’ndan çıkan “2666” adlı romanını okuyorum bu
aralar. Bolano, romanın bir yerinde Meksika’daki gölgesini kaybeden
entelektüellerden bahsediyor. Devletin onları umursamaz görünüp sessizce
gözetlediğinden ve işe yaramaz bu yazarlar ordusunu nasıl kullandığından
bahsederken şöyle yazmış: “Onları şeytan çıkarmakta kullanır, ulusun havasını
değiştirir veya en azından değiştirmeye çalışır. Kimsenin var olup olmadığına
kesin olarak emin olamadığı kuyuya taş atar.”
Etrafımız, var
olup olmadığından emin olamadığımız kuyularla çevrilmiş durumda. Taş atacak çok
kuyu ve taş atmaya hevesli çok fazla kişi var. Gündem yoğunluğu ve hızını bu
kuyulara atılan taşlara borçluyuz bir bakıma. “Var olmayan kuyular”ın, içine
taş atanların gölgelerini boğup yutma özelliği yüzünden, entelektüellerimizin
gölgeleri de hızla kayboluyor. Tutuklu olmak için cezaevine girmenize gerek
yok. Üstelik Ahmet Şık örneğinde olduğu gibi, bir gün cezaevinden çıkma
durumunuz da olabilir. Ama gölgelerin toplanıp atıldığı iktidar kuyularından
bir daha çıkılabildiği görülmemiştir.
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 14 Mart 2012)