Kırmızı Hap
Posted: 15 Ağustos 2013 Perşembe by bülent usta in
0
Bugün güneş var
dışarıda ama soğuk bir güneş, kış güneşi... Sadece insanın içini ısıtan, dışını
ise soğuktan titreten bir güneş... Yine de yürüyüş yapmak için ideal. Karanlık,
sefil ayların sona ereceğinin bir işareti olan bu güneşin altında yürümek bile
insanın kendini iyi hissetmesi için yeterli.
Ara sokaklardan
sahile doğru inerken, aklımda yaşadığımız bu akıldışı sürecin başka anlamlara
gelip gelemeyeceği geçiyordu. İnsanın içini karartacak bu manzaraya bakıp
aslında görmemiz gereken bir ayrıntıyı kaçırıyor olabilir miyiz diye içimde
doğan kuşkuyu tartarken, karşıma uzun zamandır görmediğim şair bir dostum
çıktı. Her zamanki gibi siyahlara bürünmüş ve dalgın bir halde yürüyordu.
Yazdığı şiirleri yayımlamaz, karşılaşmadığı sürece kimseyi arayıp konuşmaz,
kendi halinde yaşamayı tercih eden esrarengiz bir kadın... Beni yakınlardaki
evine davet etti. Gidip gitmemek konusunda hiç tereddüt etmedim, çünkü evinde
sihirli kurabiyeleri olurdu her zaman.
Çayla birlikte
sihirli kurabiyelerden yiyip balkondan neredeyse devrilecekmiş gibi duran ahşap
evi izlerken, konuştuğumuz karamsar konuların tam tersi bir ferahlık sarar
genellikle içimizi. Ben yine hükümetin uygulamalarını konuşmaya
heves etmiştim ki, susturdu beni: “Bırak artık şu hükümeti tartışmayı. 90’ların
iç savaş atmosferi, 80’lerin darbe atmosferinin devamıydı. 2000’lerdeyse
travmalarıyla yüzleşmenin kolay yolunu tercih eden toplum, bu hükümeti getirdi
başa. Travma üzerine yapılan çalışmalardan biliyoruz ki, toplumsal hafızadaki
bu zayıflık, yaşanılan travmanın şiddetiyle orantılı. Şu an ki iktidar, bu
travmayı kontrol altına almak için, yeni bir tarih yazımına girişerek zayıf
olan toplumsal hafızayı yeniden şekillendirmeye çalışıyor. Önemli olan toplumun
bu akıl dışı sürece daha ne kadar tahammül edip, hafızasını iktidarların tahakkümünden
nasıl kurtarabileceği? Düşünsene, kardeşinin cenazesini toplu mezardan çıkarmak
için açlık grevi yapan Hüsnü Yıldız diye birisi var bu ülkede. Geçen gün,
nihayet Çemişkezek’teki toplu mezardan kardeşinin cenazesine ulaşıldı. Hüsnü
Yıldız, kardeşinin cenazesine kavuştuğu için ‘buruk bir sevinç’ yaşadığını
söylüyor. Travmanın büyüklüğünü düşünebiliyor musun? Kardeşine olmasa bile
cenazesine kavuştuğu için sevinen ve bunun için 66 gün açlık grevi yapmış bir
insan. 17 yaşındayken devletin işkence ederek öldürdüğü Ayten Öztürk’le ilgili
yirmi yıl sonra daha yeni fezleke hazırlanmış mesela. Ayten Öztürk’ün babası,
Tunceli Alay Komutanı tarafından çağrılarak kızlarından birisi dağa çıkacak,
getir de konuşalım diyor ve baba da üç kızını alıp getiriyor komutana.
Kızlarından birisi olan Ayten Öztürk, daha sonra kaçırılıp işkenceyle
öldürülüyor. Bu hikâyelerdeki gibi, yüzlerce, binlerce hikâyeden bahsedilebilir
bu topraklarda. Böylesi darbeler ve katliamlar tarihine sahip toplumların
travmalarıyla yüzleşme cesareti göstermesinin kolay olması beklenemez elbette.
İktidar partisi, bu travmaların ürünü olan bir parti. Daha doğrusu bu
travmalarla beslenerek bu kadar büyüdü. Ama böylesine sağlıksız beslenerek
büyüyen bir şeyin, uzun ömürlü olacağı da düşünülemez.”
Bir kâhine sorar
gibi, “Uzun ömürlü olamayacaksa, sonrasında ne olacak sence” dedim, biraz
tedirgin. Tahmin ettiğim gibi o umut kırıntısını da hemen bir kâbusa
dönüştürdü: “Dünyaya kafa tutan lider imajı, özgüvenini yitirmiş yığınları bir
yanılsama içine sokar. Bu açıdan Putin de, özgüvenini yitirmiş Rusya için aynı
anlama geliyor. Türkiye’de de tüm bu iç savaş atmosferi, travmalarla dolu
geçmiş ve ekonomik belirsizlikler Putin benzeri bir liderin doğuşuna zemin
hazırladı. Rusya’da ne olduysa ya da olacaksa Türkiye’de de benzer şeyler
olacakmış gibi gözüküyor. Ama Rusya’nın Çeçen sorunuyla, Türkiye’nin Kürt
sorunu aynı şey değil. Hükümet geçici çözümlerle yetiniyor. İç siyasette
yaşadığı sıkışmışlık duygusunu, dış siyasette yaptığı hamlelerle dengelemeye
çalışıyor ki, bu hamleler onu tehlikeli maceralara da sürükleyebilir.”
Yağmurdan
kaçarken doluya tutulmaya benziyor öyleyse bu durum dedim ona. Travmalarıyla
yüzleşmekten kaçınan toplum, daha büyük travmalarla karşı karşıya kalabilir
böyle giderse. Kurabiyeler yüzünden biraz başım dönüyordu. “Belki de doluya
tutulmadan, yani dibi görmeden çare bulmak da mümkün değildir” dediğini duydum
sanki.
Kehanetlerde
bulunan şair dostumun evinden çıkarken, son kurabiyeyi de ağzıma atmıştım ki,
içimde tuhaf bir iyimserlik peydahladı yeniden. Sahile inmek için daha kararlı
adımlar atıyordum artık. Yaşadığımız bu toplumun, travma sonrası kendisine
yabancılaşmış bir toplum olduğunu anımsamış olmam, çözüm olasılıklarının neler
olabileceğini de gösteriyordu aslında. Edebiyatın bu yüzleşmede oynayacağı rolü
görmek için, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa edebiyatından çıkartılacak çok
ders var, olumlu ya da olumsuz. Ama yüzleşmeye öncelikle kendimizden başlamamız
gerekiyor. “Matrix” filmindeki Neo’nun mavi hapı değil de kırmızı hapı yutması
gibi bir şey...
Bülent Usta (22 Şubat 2012)