Cadıların Dönüşü
Posted: 15 Ağustos 2013 Perşembe by bülent usta in
0
Cadıları yakmakla
başladı asıl kötülük ve onları yakanlar, içlerine şeytan girmiş kötülüğü
yaktıklarına inanıyorlardı. Eskiden cadı avı, her tür gizli ayaklanma
enerjisini dağıtmak için kullanılmıştı. Gizli ayaklanma enerjisi deyip geçmemek
lazım, hemen hemen hepimizin içinde o enerjiden bolca var. Çünkü arzular,
sömürülse de ölmezler...
Yazıyor olmamın
tek sebebi, belki de bu “gizli ayaklanma enerjisi”nden başka bir şey değildir.
Âşık olduğum zaman da kesinlikle gizli bir ayaklanma içindeyimdir ve zihnim her
tür tehlikeli fikre ev sahipliği yapar. Ve şöyle düşünürüm her 8 Mart: Kadın
olsaydım, kesinlikle “erkek düşmanı” bir kadın olur -her ne kadar “toplama
kampı” fikrinden nefret etsem de- kadınlara
şiddet uygulayan erkekler için toplama kampı inşa eder ve o kampta erkeklere,
içine sokulup kabul ettirilen erkeklik şablonundan utanmalarını sağlayacak
işler yaptırırdım.
Şiddet gören
kadınlarla ilgili, yıllar evvel antropolojik çalışma yapmıştım bir sığınma
evinde. Çalışma boyunca geceleri uyuyamaz olduğumu, dinlediğim hikâyeler
yüzünden depresyona girdiğimi hatırlıyorum. Ama kadınların direnci ve yaşama
bağlılığını gördükçe, içimde bir umut da doğmuştu. Eğer ki isteseler, neler
yapmazlardı ki... Ama hemcinsleri dahil büyük bir çoğunluk, içlerine
yerleştirilmiş kültürel kodlar yüzünden görmüyordu yaşanan bu sessiz kıyımı...
Gizlenmiş ayaklanma enerjisi ortaya çıktıkça, tacizler, tecavüzler, infazlar da
artıyordu sürekli. Bu yüzden 8 Mart’lar önemli, o “gizli ayaklanma enerjisi”nin
önündeki engelleri görmek ve çareler üretmek için. Mesela 8 Mart 2008’de
sanatçı arkadaşı Silvia Moro ile “dünya barışı” için yürüyüş başlatan “barış
gelini” Pippa Bacca’yı gelinliğini giymiş yürürken görürüm sokaklarda her 8
Mart.
Otonom
Yayınları’ndan çıkan “Caliban ve Cadı” adlı kitapta Silvia Federici’nin, sanata
karşı uygulanan sansür ve yasakların bile “kadınların cinsellikle ilişkilerini
tanımlayan şeyler” yüzünden yaşandığını dile getiriyor oluşu oldukça mühim.
Cadı avı, yüzyıllardır ara vermeden sürüyor ve “cadı avı”nın felsefesi de,
devletlerin ve iktidarların resmi felsefesi olarak derinleşerek hayatımıza
şekil vermeye devam ediyor. Nasıl ki engizisyon üyeleri, cadıları yakmadan
evvel cinsel maceralarını anlatmaya zorlamış ve bu maceraları dinlemekten haz
almışlarsa, gazetelerin üçüncü sayfalarında yer alan tecavüz haberlerinin
dilinde de benzer bir haz arayışının varlığını görebiliriz. İçinde yaşadığımız
ikiyüzlü ahlak normları, kadına yönelik şiddetin de kültürel kodlarını
oluşturuyor. Sadece kadına yönelik şiddet de değil mesele. Mesela eşcinselliği
bir hastalık olarak gören anlayış da, bu ikiyüzlü ahlak normlarının neticesi ve
nedeni olan “cadı avı” kültürüyle alakalı olarak değerlendirilebilir. Çünkü “cadı
avı” sırasında katledilenler arasında sadece kadınlar değil, eşcinseller de var
ve eşcinseller kadınların yakıldığı kazıklarda neredeyse bir çıra vazifesi
görüyordu. İngilizcede “faggot” sözcüğüne, hem homoseksüel, hem de çalı çırpı,
ince odun demeti anlamları yerleşmemiş boşuna. Eşcinseller gibi fahişeler de bu
“cadı avı”nın kurbanlarıdır. Bir kadın gençse fahişedir, yaşlıysa cadı...
Ruhunu şeytana satmakla, bedenini erkeklere satmak arasında bir fark yoktur bu
anlayışa göre. Sonradan fahişelerin bedenlerini sömürecek mekanizmalar
geliştirip kontrol edilebilir oldukları ölçüde yaşamalarına izin verilmeleri,
kolayca gözden çıkarılmalarına da engel olmadı hiçbir zaman.
Cadıların dirilip
yeni büyüler yaparak engizisyon çukuruna dönen bu hayattan bizi kurtaracağı
günler çok uzak gelmiyor bana. İçimizdeki “gizli ayaklanma enerjisi” sayesinde
her şeye rağmen varlığını sürdüren sanat ve aşk, cadıların nasıl ve nereden
geleceğinin de ipuçlarını da veriyor aslında.
Her zamankinden
yoğun bir çalışma temposu içinde, yorgunluktan çalışma masasının üzerine
yığılıp kaldığım zaman gördüğüm tuhaf bir rüyayı anımsıyorum: Rüyamda da
çalışma masasında uyurken görmüştüm kendimi. Uyuduğum yer ile rüyasını gördüğüm
yer ve durum aynıydı. Odamın kapısının aralandığını ve içeriye birisinin
girdiğini işitip, içeriye giren şeyin nedense korkutucu olduğuna inanarak
yerimden dehşet içinde fırlamıştım. Gelen kişiye doğru döndüğüm zaman, karşımda
ürkütücü ellerini bana doğru uzatarak “korkma, korkma” diye fısıldayan bir
yaratıkla karşılaşmıştım. Korkutucu olan bir şeyin, “korkma” diyerek
yaklaşması, korkumu azaltmamıştı ama beni hareketsiz kılmıştı. Yanıma iyice
yaklaştığı zaman, onun bir yaratık değil, tıpkı filmlerde gördüğüm, kitaplarda
okuduğum türden bir cadı olduğunu anlamıştım. Rüyamda bana şöyle seslenmişti o
Cadı: “Tarihi düzünden okuma!”
Uyandığım zaman,
uyandığım yerin rüya gördüğüm yerle aynı olması, yaşadığım şeyin bir rüya olup
olmadığı kuşkusunu her zaman yaşatmıştır bana. Ve Cadı’nın söylediği o sözün
Ece Ayhan’ın şiirindeki bir dizeyi çağrıştırması da tesadüf olamaz. 8 Mart,
tarih düzünden okunmadığı içindir ki, emekçi kadınların günü olarak kutlanıyor
1857’den beri. 8 Mart 1857’de, daha iyi çalışma koşulları istemiyle ayaklanan
tekstil işçilerinden çoğu kadın olmak üzere 129’u, kapatıldıkları fabrikada
çıkan yangında ölmüştü. Hepsi, üzerine binip uçtukları süpürgelerle, her 8 Mart
geri geliyorlar...
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 7 Mart 2012)