Bizim o yenilmez zayıflığımız
Posted: 19 Ocak 2016 Salı by bülent usta in
0
Nefesimizi tutmuş bir halde caddede
koşuyoruz. Savaşa gerekçeler uyduran içi nefret dolu insanlarla karşılaştık
çünkü az evvel. Onlarla aynı havayı solumamak için Romain Gary’nin “nefes
tutma” oyununu oynuyoruz bir süredir. Zor bir oyun, en fazla bir iki dakika
tutabiliyoruz nefesimizi ve sahte can yeleğine benzeyen o insanlardan hızla
uzaklaşmamız gerekiyor. Böyle olmayacak diye itiraz ediyorum. Bizi yakında deli
diyerek bir yere kapatabilirler. O da böyle yapmazsak delireceğimizden emin. Belki
de çoktan delirdik… Herkesin nasıl delirdiğini anlatıyor bana uzun uzun, önünde
durduğumuz mağazanın vitrinindeki televizyonda basın özgürlüğünün vazgeçilemez
olduğunu anlatan hükümet yetkilisinin önünde. Çünkü diyor, artık yüzey diye bir
şey yok. Nedir bu yüzey? Kurumlar, değerler, herkesin bir rol kapıp çıktığı
sahne. Sahneyle birlikte her şey çöküyor. Düşüyormuş gibi elimden tutuyor
mağazanın önünde, bu soğuk havada sıcak olan tek şey…
Yüzey çöktükçe, maskeli adamlar çıkıyor
ortalığa diyor, çocuklar korkuyor. Ağlayan çocuk seslerine kulaklarını tıkıyor
insanlar, ah herkes mi tıkamış... Nâzım Hikmet’in şiirindeki gibi diyor,
kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülen şehirleri, öldürülenlerin hiç
yaşamamış kabul edildiği temerküz kamplarına benzetiyor. Hiç yaşamamış biri
öldürülmüş de olamaz değil mi? Hayatı savunmak için, ölenlerin hikâyelerini anlatmalı,
unutturmamalı hiç... Totalitarizm, öncelikle bir unutuştur. İnsan nasıl dayanır
hayal kırıklıklarına, nasıl olur da hayata küsmez bunca şeyden sonra derken
sesi titriyor. Belki durumumuzun vahametini yeterince fark edemiyoruz diyorum. İnsan,
hayatta kalmak için kendisini kandıracak bir şeyler buluyor mutlaka. Bu bir ödül
mü, ceza mı diye soruyor. Ödül ve cezadan öte, bize güç veren şey, zayıflığımız
diyorum. Caddede yürürken, Godard’ın “Serseri Âşıklar” filmindeki Jean Seberg
ile Jean-Paul Belmondo’nun yürüdüğü sahne geliyor aklıma. Sürekli, bir roman
sahifesinde ya da film sahnesinde yaşıyormuş gibi hissediyorum.
“Zayıflıktan ölüyoruz ve bu bütün umutlara olanak sağlıyor”
diyen Romain Gary’nin “Kadının Işığı” adlı romanından bahsediyorum ona. Zayıf
olduğumuz için hayal kurmayı seviyoruz. Neden en çok çocuklar hayal kurar? Güçlü
olan, kendi kendine yeterli olduğuna inandığı için bir şey icat etmez, şiir
yazmaz, müzik yapmaz, kimseyi sevmez. Bütün bunları yapıyor olsa dahi, kendi
ruhu gibi sahtedir yaptığı şey, bizim gibi zayıflardan çalarak… Romain Gary,
“şu anda bile bir yerlerde, bir laboratuvarda mücadele eden ve bize zafer
kazandıracak bir zayıf vardır” diye yazmıştı. Ben bunları söylerken, deniz
kenarındaki çay ocağına varıyoruz, pencereye yağmur damlaları çarparken rahatça
nefes alabileceğimiz bir yer. Radyoda David Bowie şarkısı “Heroes” çalıyor,
sözlerini Türkçeye çeviriyor, “Yenebiliriz onları, sonsuza dek / Sonra kahraman olabiliriz, bir günlüğüne de olsa...” Devamını mırıldanırken sesine
bir hüzün eşlik ediyor, “Biz birer hiçiz ve hiçbir şey bizi kurtaramaz...”
Bana Romain Gary’nin ve karısı Jean Seberg’in intihar ettiklerini
hatırlatıyor, üzgün. Belki de zayıflıkları sona ermiştir diyorum. Bir vapur
geçiyor tam o sırada, peşinden martılar. Romain Gary, denizin sesini dikkatle
dinlemek gerektiğini, çünkü yüzyılların dibinden geldiğini yazmıştı. Belki de
çocukluğumdan beri denizi dinlemekten bıkmayışımın sebebi budur. Ama o
dinlemiyor denizi, aklı zayıflığımızda…
Fatmagül Berktay’ın “Dünyayı
Bugünden Sevmek” adlı kitabında vardı diyor, caz dinleyenlerin, rejime yönelik
kuşkularını ve bireyleşme özlemlerini dile getirenlerin, disiplin, verimlilik
ve militarizmin ilkeleri adına Naziler tarafından kurşuna dizildikleri. Kimse
beklemiyormuş böyle şeyler o günlerde, nasıl yaşıyorlarsa öyle devam edeceklerini
sanıyorlarmış. İnsanların özel alanlarına çekilmeleri, bireysel direnişleri,
rejimin pasif onayı anlamına geliyor. İtaat edenlerin çokluğu, totaliter
iktidarların mutlak hâkimiyeti için yeterli değil; çünkü herkesi ikna
edemezsin, ama ikna edilemeyenlerin “pasif onay”ını alabilirsin, sonradan
temerküz kamplarına gönderilecek olsalar da… Nazilerin yaptığı buydu, sahneyi
çökertip herkesi alaşağı ederken çıkardıkları gürültü ve yaydıkları korku…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 13 Ocak 2016)