İçe işleyen rüzgâr
Posted: 7 Ocak 2016 Perşembe by bülent usta in
0
Karlar erirken, sanki
bir geminin güvertesindeymiş gibi çay ocağından uzaklaşan hayata bakıyoruz. Yedi
gün boyunca sokak ortasında vurulmuş yatan o anne ve evladının yazdığı mektup
var aklımızda. Bu ağırlığı nasıl taşıyabilir sözcükler?.. Hiyerarşik çürüme ve
medyayla şartlandırılmış yığınların oluşturduğu bu toplumsal sahnenin
ortasında…İnsan nasıl bir varlıktır ki, her şeye bu kadar kolay uyum sağlıyor,
alışıyor? Elimden tutup, içine doğduğumuz bu toprakların acı dolu hikâyesinden
bahsediyorsun. Hepimiz bir parçasıyız bu hikâyenin, inkâr etmek ya da başka bir
hikâye uydurmak kurtarmıyor. Kuşaktan kuşağa savaşların, darbelerin, katliamların
anlatıldığı hikâyelerle büyüdük, yaşadık, içimize işledi, ruhumuza... Bu hikâye
böyle devam ederse diyorsun, sonu belli, iyi şeyler olmayacak. Bu hikâyeyi
değiştirecek tek şey, “ben yoksam hikâye de yok” diyecek karakterler… Kolay mı,
“polis devletinin kötülük saçan kontrol mucizeleri” bu kadar güçlüyken?
Vaneigem’in sözlerini hatırlatıyorsun bana: “Eğer insanlar köpeğe, tuğlaya,
yeşil bereliye dönüştürülebiliyorsa, onların da insanlara dönüştürülemeyeceğini
kim söyleyebilir?”
Senin bu durduk
yere ortaya çıkan umutlu hallerini, benim umutsuzluğumun kışkırttığını
biliyorum. Hoşuma gitmiyor değil. Nasıl ki ben köşeme çekilmeyi istedikçe,
elimden tutup beni sokaklara çıkarıyorsan… Önemli olan, yaşadığımız acının
içinde durabilmek, kaçmadan, o acıyı sonuna kadar tanıyıp tüketerek… Mecburuz
diyorsun. Hiçkimse tek başına bu parçalanmaya karşı koyamaz. Aşkın ve
çocukluğun uzay ve zamanı birleştiren gücünden bahsediyorsun sonra. Düşün
diyorsun, âşıkken ve çocukken bir güne ne kadar çok şey sığdırır insan. Hayatlara
sığdırılan şeyleri konuşuyoruz, eşyayı insanlardan daha çok sevenlerin
çaresizliğini. Çocuklara ve hayvanlara dahi eşya muamelesi yapanları, şeyleşenler
diye tanımlıyorsun, küfür gibi geliyor kulağa, gülüyoruz. Çaycıya “şeyleşmeden
bir çay getir” dediğimizde, çaycı başka bir şey anlıyor, kavga çıkacak.
Frankfurt Okulu’ndan bahsediyoruz ona, gerçek bir okul sanıyor. Frankfurt
Okulu’na, Beyoğlu’ndaki yanan İskenderiye Kütüphanesi’nde gitmiştim ilk,
Godard’ın Serseri Âşıklar filmini izlediğim gün. Serseri değiliz, olalım diye
tutturuyorsun.
Yağmur başlıyor, Attilâ
İlhan’ın “bir yağmur şehrin bütün seslerini öldürse” dizesindeki gibi, sadece
yağmurun sesi duyuluyor artık. Hemen bir oyun icat ediyorsun. Gözlerimi
kapatacağım ve beni elimden tutup götürdüğün yerleri tahmin edeceğim. Bu havada
zor olmayacak mı? Zor olmuyor, gözümü fularla bağlayıp sürüklüyorsun peşinden. Yürüdüğümüz
zamanı ve yönü tahmin etmeye çalışarak götürdüğün ilk yeri biliyorum, sonrakini
de. Elimden tuttuğun sürece, gözlerim kapalı her yeri bileceğimden eminim. Sonra
birden bırakıyorsun elimi, kaybolmuş gibi hissedip telaşla indiriyorum gözbağını.
Apartmanların sırtını döndüğü, ağaçların içindeki küçük bir bahçedeyiz. Nerede
olduğumuzu bilmiyorum. Büyülü bir yerdeyiz diyorsun, bu oyun bahanesiymiş
buraya gelmenin. Murakami’nin “İmkânsızın Şarkısı” romanını okuyup okumadığımı
soruyorsun. İşte o romandaki gibi bir kuyu bu, ama ondan farklı. Sesleri
toplayan bir kuyu var burada, kimsenin bilmediği. Ortada bir kuyu göremiyorum,
sadece ağaçlar ve yağmurun çamura dönüştürdüğü toprak… Başka bir oyuna
geçtiğimizi düşünüyorum. Üstü toprakla kapatılmış bir kuyunun üzerindeyiz şimdi,
dinle diyorsun, başka hiçbir şey düşünme… Kulağımı toprağa yaklaştırsam da
yağmurdan başka bir şey duymuyorum. Kızıyorsun bana. Daha iyi dinle!
Murakami’nin
yazdığı gibi, “olayları sözcüklere dökmedikçe anlayamayan o yeteneksiz insan”lardan
biri olduğumu söylüyorum. Eve dönüp sobanın başında bütün bu olup biteni yazarken
o sesi duyacağım belki de. Yazmak, yaşamanın önüne geçti bende uzun zamandır. İnanmıyorsun
bana, yağmuru ve her şeyi unutmamı istiyorsun, çünkü duyacağım sesin kendi
sesim olacağını söylüyorsun, düşüncelerimin sesinden ayırabilirsem… Kuyu,
herkese kendi sesiyle konuşurmuş ve sadece yağmur yağarken duyulurmuş. Sana
inanıyorum, bir masalın içindeymişiz gibi, ama değil. Duyduklarım, yağmur
dinince de sona ermiyor. Islak sokakta kol kola zikzaklar çizerek yürüyoruz,
serseriler gibi… Bir adım geçmişeyse, diğeri geleceğe…
Ne duyduğumu
soruyorsun. Anılar ve beklentiler… Gelecek tekrarlanan bir geçmiş olduğu
sürece, herkes kuyudan aynı şeyleri duyacak, aynı hikâyeyi... Geleceği, geçmişin
acılarıyla yüzleşmeden kurtaramayacağımızı söylerken, siyasileşiyorsun, bunu
gözlerinden görebiliyorum. Bugün öldürülen o insanlar, gerçekte yıllar evvel
öldürülmüştü derken, yaşadığın öfkeyi... Yanıltmasın kana ve gözyaşına bulanmış
bu şatafat, ruhunu yitirmiş yığınlar, bu hikâyenin sonu belli…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 6 Ocak 2016)