Bakış ve sezgi
Posted: 5 Ağustos 2017 Cumartesi by bülent usta in
0
Roland Barthes’la her gün üniversiteye gitmek için Silivri-İstanbul arasında otobüs yolculukları yaptığım zamanlarda tanışmıştım. Tesadüfen alıp okumaya başladığım “Bir Aşk Söyleminden Parçalar”, sersemletmişti beni. Dille çok uğraşıyordum ve bir çıkış bulacaksam bunun dil aracılığıyla olacağına inanıyordum.
İçim dışım şiirdi o zamanlar, şiirdeki tekinsizlik hoşuma gidiyordu. O zamanlar bir de Althusser hayranlığım vardı; nerede rastladığımı şimdi hatırlamıyorum, Althusser’in üzerinden hiç çıkarmadığı eski bir ceketine olan düşkünlüğünü okumuştum. Benim de sırtımdan çıkarmadığım eski bir ceketim vardı.
Silivri otobüsüne sabah çok erkenden, güneş doğarken binerdim, çoğu zaman ayakta yolculuk etsem de, otobüs deniz kenarından gittiği için dert etmezdim hiç. Hava da güzelse otobüsün pencereleri açılırdı; içeriye dolan deniz havasını içime çeke çeke, ağaçların arasından arada sırada görünen deniz manzarası eşliğinde kitaba gömülürdüm.
O yolculuklarda çok kitap bitirmiştim, onlardan biri de “Bir Aşk Söyleminden Parçalar”dı. İlk defa böyle bir kitapla ve yazım tekniğiyle karşılaşmış olmanın şaşkınlığı ve heyecanı... Bu metinlerarasılık, parçalı anlatım, “konuşan ve söyleyen” âşığın yapısal portresinin çıkarılması, aşkın diplerinde dolaşan biri olarak beni havalandırmıştı. Tıpkı o kitaptaki gibi, okuduğum kitaplardan, yaşadıklarımdan sahneler yazıp söylem çözümlemeleri yapmaya çalışmıştım. Sonra Mehmet Rifat’ın kitapları, çevirileriyle bendeki Barthes tutkusu kökleşti. Barthes’ın Türkçede iki cilt olarak yayımlanan “Romanın Hazırlanışı”, başucu kitabım oldu.
Bütün bunları, bugünlerde yayımlanan Louis-Jean Calvet tarafından kaleme alınmış ve Sema Rifat tarafından Türkçeye çevrilmiş Roland Barthes’ın yaşamöyküsünü okurken anımsadım yeniden. 90’lardaki o otobüs yolculuklarına geri dönmüş, güneş doğarken deniz havasını içime çekiyormuş duygusuyla kitabın içinde kaybolmuştum. Kendisi de göstergebilimci olan bir yazarın, Mitterrand, Lévi-Strauss, Sollers, Kristeva, Morin, Greimas, Nadeau gibi pek çok kişinin tanıklığıyla, doğumundan ölümüne kadar Roland Barthes’ı çeşitli yönleriyle anlatması, inanılmaz bir okuma keyfi sunuyor.
Yazar, kitabın öndeyişinde Barthes’ın “Yalnızca üretimsiz bir hayatın yaşamöyküsü vardır” sözünü alıntılamış, sonra da “benim gözümde, yaşamın bir bütün olduğunu ve kişi ile yapıt arasında, beden ile ürettiği şey arasında şifresi çözülmesi gereken bağlar, sıkı, kimi zaman da tuhaf ilişkiler, sıralamalar olduğunu” söyleyerek kendisini savunmuş. Kitabı, Barthes’ı bir roman karakteri gibi düşünerek okumaktan kendimi alamadım. Onunla birlikte II. Dünya Savaşı yıllarında bir sanatoryumda piyano çalarak, okumalar yaparak, dostlarına mektuplar yazarak geçirdiği günleri yaşadım.
Barthes’ın bakaloryaya hazırlandığı 1933 yılında, Hitler şansölye olur, Goering, “Hitler şimdi yasanın kendisidir” diyerek Nazilerin hâkimiyetini ilan eder. O günlerde Barthes, kan tükürür, vereme yakalandığı anlaşılır, derslerinden ve arkadaşlarından kopmak zorunda kalır. Yazar, Barthes’ın bir dine girer gibi hastalığa girdiğinden bahsediyor kitapta. Proust’un astım hastalığıyla ilişkisini anımsatıyor bu açıdan. Önce Pireneler’deki bir dağ evinde, sonra da sanatoryumda bir tür inziva hayatı yaşıyor, müzikle, kitaplarla, mektuplarla... Veremli olduğu için askerlikten muaf olmasa, belki çocukluk arkadaşı Rebeyrol gibi Nazilere esir düşecek ya da o kitapları yazamadan cephede ölecekti, kim bilir…
Bir yaşamöyküsü okurken, insan ister istemez kendi hayatına dönüp bakar, karşılaştırır. O yıllarda felsefede, sanatta, edebiyatta, siyasette olup bitenlere bakınca, günümüzde yaygınlaşan anti-entelektüalizme üzülüyor insan. Barthes hayatta olsaydı, küreselleşmeyi, köktenciliğin yükselmesini nasıl yorumlardı, göremediğimiz hangi detaylara dikkatimizi çekerdi? Göstergelerle böylesine kuşatılmışken, bütün bu anlamsız gözüken şeylerin yapısını çözüp anlamak, hiç bu denli acil bir ihtiyaç olmamıştı. Bu ihtiyacı giderecek şey, yazarın Barthes’a dair yaptığı tespitte gizlidir belki de: “Barthes her şeyden önce bir edebiyat adamı olmuştur, başlıca katkısı da insan bilimlerine edebiyatı getirmesidir.” Bakış ve sezgi aracılığıyla, “toplumun yalancı parlaklıklarının” altındaki hayatın derin anlamlarını bulup çıkarmak…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 26 Nisan 2017)