Mavi otobüs

Posted: 3 Ağustos 2017 Perşembe by bülent usta in
0

Bir şeylerin sonundaydık, kış uzun sürmüş, cemrelerin düşmesi fayda etmemişti. Sürsündü kış, elinden geleni ardına koymasındı. Gecenin karanlığında fırtınanın ve yağan yağmurun sesini dinleyerek balıkçı kulübesinin penceresinden dalgakıranı döven dalgaları izliyordum. Judith Butler’ın Notos’taki söyleşisini, entelektüel karşıtlığının siyaset, akıl ve hakikat karşıtlığıyla ilişkisini düşünüyordum bir yandan. 

Bu ülkede hiç bu denli yaygın bir hakikat düşmanlığı olmamıştı; azar azar altı oyulmuştu her şeyin. John Fowles’un “Koleksiyoncu” adlı romanında vardı, “O denli sıradandı ki, olağandışıydı” sözü. Sıradanlığın olağandışılığıyla kuşatılmış hissederken...

Önümde defterim açık, saatlerdir tek bir cümle yazamamıştım. Uzun zamandır ne yazacağımı bilmiyordum aslında. Bir şeylerin sonundaydık çünkü, bu hoyrat ve baskıcı yönetim anlayışı, sadece siyasete değil, insanların arasındaki o görünmez bağa da zarar vermişti. Öylesine bir kin ve nefret pompalanmıştı ki insanlara, referandum sonuçları ne olursa olsun, dağılmış bir pazar yerine benzeyecekti ülke.

Mihaly Csikszentmihalyi’nin “Flow” kitabını okumuştum daha yeni, sanırım Türkçeye de çevrilmişti. Eskimoları örnek olarak gösteriyordu yazar, sert doğa koşullarının bile “akış”ı engelleyemediğini, Eskimoların ya da çöllerde yaşayan kabilelerin dans etmeye, şarkı söylemeye, şakalar yapmaya devam ettiklerini anlatıyordu. Öyle yapamayanlar insanlık tarihi boyunca kaybolup gitmişlerdi, “akış”tan koptukları için. 

Savaş bölgelerindeki düğün ve eğlenen insan görüntülerine şaşıranları düşündüm, başka nasıl dayanabilirdi ki insanlar, sürekli savaşın korkunçluğunu ve çaresizliğini yaşar ve düşünürken nasıl mücadele edebilir, hayatta kalabilirlerdi? 

Eskimoları birarada tutan ve birlikte eğlenmeye teşvik eden aralarındaki o görünmez bağ değil miydi? Prozac ve benzeri ilaçların üretimi durdurulsa, televizyon kanalları, sosyal medya ve internet hayatımızdan çıksa, günümüz modern toplumlarında belki o görünmez bağlara ihtiyaç yeniden doğabilirdi. Eskimolar gibi birlikte dans etmeye ve şarkı söylemeye başlayabilir, bütün bu zorluklara birlikte dayanabilirdik. Bütün bunlara rağmen, o görünmez bağ yeniden kurulabilirdi, genel bir ahlaki devrime neden olacak politikalarla. 

Csikszentmihalyi, o görünmez bağın, ekonominin çökmesi ya da kültürel bir dağılma gibi nedenlerle koptuğunu, kamuoyu değerlerinin belirsizleşmesinin “anomie” ve “yabancılaşma”ya neden olarak hayatı anlamsızlaştırabildiğini anlatıyordu. Irkçılığın ve dinciliğin yükselmesi, o görünmez bağa duyulan ihtiyacın kanıtlarıydı.

Kitapta toplama kampları ya da cezaevlerinde çeşitli insan hikâyelerinden örnekler de vardı, akıllarını korumak için zihinlerinde satranç oynayanlar, hücresinin zeminine dünya haritası çizip hayali yolculuklara çıkanlar… Victor Serge’nin “İçerdekiler” kitabındaydı galiba, Kropotkin cezaevindeyken, kâğıt kalem olmaksızın zihninden manşetiyle, başyazısıyla gazete çıkarırmış her gün, sonra ertesi günün gazetesine çalışmaya başlarmış. Bütün mesele, o doğal akıştan kopmamak… Genç yaşta hayata veda etmeyi seçen Nilgün Marmara’nın günlüğünde bana en çok dokunan sözü, “Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi! Yiten bu işte” olmuştu. Nilgün Marmara’nın bu sözü yüreğime kazındığı için belki de, akışımı bozacak her şeyden uzak durmaya çalışmıştım.

Başımı cama dayayıp yağmuru izlerken aklıma Ahmet Kaya’nın söylediği bir şarkı geldi: “Bir mavi otobüs gelirdi, seni alır giderdi, o mavi otobüs var ya, seni alır giderdi… Kaldırımlar, kaldırımlar var ya, seni alır giderdi…” diye mırıldanmaya başladım. Şarkıyı lise öğrencisiyken dinlemiştim ilk ve sanki hayatımda mavi otobüs görmüş, sevdiğim kadını fabrika önünde beklemiş gibi şarkının öyküsünü yazmıştım. Muhtemelen komik bir öyküydü. Daha âşık olmadan kara sevdaya tutulmaya özenmek... Hem de işçi aşkı, hem de aşkın acısından başlayan… Sanırım bu topraklarla daha baştan pembe panjursuz, gecekondu bir aşk ilişkisi kurmuştum. 

Bıraktım her bir şeyi, o mavi otobüsü yazmaya koyuldum ben de, fırtınanın ve yağmurun sesini dinleyerek. Neydi o mavi otobüs, neyi simgeliyordu o yıllarda? Şimdi aklıma neden gelmişti bu şarkı? Peki o otobüs nereye varmıştı, nereye gidiyordu?

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 15 Mart 2017)

0 yorum: