DEVRİMCİ İÇGÜDÜ
Posted: 18 Mart 2009 Çarşamba by bülent usta inSeçim afişleri altında ve seçim otobüslerinin yarattığı gürültü kirliliği içinde yürüyorduk üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam’la… Bangır bangır marş çalan bir seçim otobüsü geçti yanımızdan. Ardından beyaz eşya ve kömür dağıtan kamyonların geçtiğini gördük. Biraz ileride bir aday, kürsüye çıkıp uzay yolculuğundan bahsediyordu meydandaki kalabalığa. Kendisine oy verenleri uzaya çıkaracağını, büyük düşünmek gerektiğini söylüyordu. Hemen arkasında mafya kılıklı adamlar, komisyoncular ve kirli para sahiplerinin sırıtan yüzleri gözüküyordu. Bu sırıtışın anlamını bilmiyor olamazdı halk… Ama bilmiyorlarmış gibi davranıyorlardı. Bir oyundu demokrasi onlar için. Güçlü olanların kurallarını koyduğu bu oyuna alışmışlardı. Bu oyunda, kömür dağıtarak ya da postal siyaseti yapıp birilerini öcü olarak göstererek oy kazanmak mümkündü. Halkın bünyesi, rüşvete, korkuya, baskıya ve yalana alıştırılmışsa, bunun suçlusu kimlerdi?
İvam’la, otuz yıl öncesine gidip Terzi Fikri ve Fatsa deneyimini konuşmaya başladık. Fatsa’da halkın nasıl doğrudan demokrasiye geçtiğini, devletin bu durumdan nasıl rahatsız olduğunu, Fatsa’ya giden bir MSP milletvekilinin arabasında tesadüfen bomba ve silahların nasıl ele geçirildiğini, askerlerin Fatsa’yı düşman toprağı gibi kuşatıp bir ilkokul binasını nasıl karakola çevirdiğini… Çorum katliamı yaşanırken, demokratlığıyla övünen Süleyman Demirel’in, “Çorum’u bırakın, Fatsa’ya bakın” diyerek Terzi Fikri ve arkadaşlarını nasıl hedef gösterdiğini… Anımsamanın sonu gelmiyordu bir türlü. Bugün yaşadığımız tüm sorunların kökenini sadece otuz yıl öncesine giderek bile görebilirdik.
İvam’la bulunduğumuz meydandan çıkmıştık ki, ellerinde “Su hayattır satılamaz” pankartı taşıyan küçük bir kalabalığın polis lincine uğradığına tanık olduk. Dünya Su Forumunu protesto ediyorlardı. Adam Smith’in, “ahlak ve ekonomi bir tek ve aynı bilimin konularıdır” sözünü anımsadım o an. Çünkü, saldırılan şey, “Su hayattır satılamaz” pankartıydı ve o pankartta yazan şey, öncelikle ahlaki bir önermeydi. Bu dünyada canlı olarak sadece insanlar yaşamadığı için, susuzluk sadece insanların da meselesi değildi. Kapitalizm, insanlığın acilen çözmesi gereken ahlaki bir meseleden başka bir şey değildi, tıpkı faşizmin insanlık için bir utanç olması gibi.
Kapitalizmi ve devleti, öncelikle ahlaki bir mesele olarak gören Bakunin’le ilgili ilginç bir kitap çıktı bugünlerde. Edward Hallett Carr’ın, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Michael Bakunin” adlı biyografi yapıtı… Carr, Dostoyevski ve Marx’la ilgili de biyografiler yazmıştı. Umarım İletişim Yayınları, o yapıtları da Türkçe’ye yakın zamanda kazandırır. Carr’ı, Türkçede üç cilt halinde Metis Yayınları’dan çıkan “Bolşevik Tarihi” ve Çiziyazıları’ndan çıkan “Romantik Sürgünler” adlı kitaplarından da anımsayacaksınız muhtemelen.
Şimdi neden İvam’la aklımıza bu kitap gelmişti durduk yere. Çünkü kitabın bir yerinde Bakunin, “Dünyayı ne bir teori, ne basmakalıp bir sistem, ne de bugüne kadar yazılmış bir kitap kurtaracak. Hiçbir sisteme bağlı değilim, gerçek bir arayışçıyım ben” diyordu. Ve ardından devrimin, düşünceden çok içgüdüye dayandığını iddia ediyordu ki, Terzi Fikri gibi, halktan gelen insanların, bir filozof gibi düşünüp hareket etmesinin altında yatan neden, Bakunin’in bahsettiği o içgüdünün serbest bırakılmış olmasıydı muhtemelen. Bergama’daki köylülerin isyanında da, Brezilya’daki Topraksızlar hareketinin kökeninde de o içgüdünün varlığı görülebilir. Eğitimsiz bırakılmış insanların, vicdanlarının seslerini dinleyerek başkaldırmasını başka türlü açıklamak mümkün olmasa gerek. Bergamalı köylüler, yaşadıkları topraklarla ilgili ahlaki bir tercihte bulunmuşlardı. Çokuluslu şirketlerin ya da devletin ahlakı olan yasaların baskısına karşı, kendi ahlaki tercihlerini dayatmışlardı. Zaten bütün mesele de, başkasının ahlakına göre yaşayıp yaşamamakta aranmalı. Şirketlerin ve devletlerin ahlakını, ekonomik krize, savaşlara, yok edilen doğaya ve sömürü sistemlerine bakarak görmek mümkünken…
Aslında tam da insanın ahlakı ve toplumsallığına dair farklı bir düşünme imkânı için, Dost Kitabevi Yayınları’ndan Bulgar asıllı Fransız göstergebilimci Todorov’ın “Ortak Hayat” adlı kitabı yayımlandı çok yeni. Todorov’u Metis Yayınları’ndan çıkan “Fantastik Edebi Türe Yapısal Bir Yaklaşım” ve “Poetikaya Giriş”, YKY’den çıkan “Yazın Kuramı -Rus Biçimcilerinin Metinleri” adlı kitaplarından anımsayanlar olabilir. Todorov bu kitabında, bir tür antropoloji yapıyor ve bunu yaparken de Bataille, Nietzsche gibi düşünürlerle tartışmalara giriyor. Ve bu kitabıyla, alışıldık biçimde yapılanın tersine, insanın toplum içindeki yerini değil de, insandaki toplumu mercek altına alıyor. Ve yine alışıldık olanın tersine, bu araştırmasını psikanalitik, psikolojik ya da sosyolojik verilerden daha çok edebiyattan yola çıkarak gerçekleştirmesi. Romain Gary’nin ya da Proust’un romanındaki diyalogları yorumlayarak aralıyor insan gerçeğini yazar. Sadece bu açıdan bile heyecan uyandırıcı bir çalışma. Örneğin “herbirimizin içinde birçok merci işbaşındadır” diyen Todorov’un, bu önermesini Proust’un romanlarındaki bir sahneden yola çıkarak kanıtladığını görüyoruz kitapta. Kitabın çevirmeni Mehmet Emin Özcan’ın kitaba yazdığı önsöz de, Todorov’a ve kitapta kullandığı yönteme dair mükemmel ipuçları sunuyor.
Todorov, insanların toplum içinde yaşamasının tek nedeninin, bunun olası tek varoluş biçimi olduğunu iddia ediyor ki, Hobbes gibi düşünürlerin, erdemler ve zorlayıcı başka etkenlerle insanların birarada yaşadığı iddiasına karşı çıkmış oluyor. Todorov, aslında bu iddiasıyla kapitalizmin toplum modeline de kökten bir karşı çıkış gösteriyor bir bakıma. Kitabın sonlarına doğru Rousseau’nun “diğerleri olmadan mutluluk yoktur” sözüne atıfta bulunarak “Hayatımızın buhranı ihtiyaçlarımızdan çok sevgilerimizden kaynaklanır” diyor ki, sanırım Bakunin’in bahsettiği o devrimci içgüdünün kaynağı da bu “sevgi”de gizli.
Bülent Usta (Birgün, 18 Mart 2009)