RÜYA SIZINTISI
Posted: 26 Mart 2009 Perşembe by bülent usta inHélène Cixous’nun “Rüya Dedim Sana” adlı, rüyalarını yazdığı kitabı, YKY’den çıktı ya, bugünlerde keyfime diyecek yok. Cixous’yu postyapısalcılıkla özel olarak ilgilenenlerin dışında pek kimse bilmez. Cezayir asıllı bu Fransız yazarın Prag’ta Kafka’nın mezarını arayışını anlatan bir yazısını 2005 yılında Siyahi dergisinin 2. sayısında yayımlamıştık. O yazıyı okuduktan sonra, “neden Türkçe’de Cixous yok!”, “neden kimse Cixous çevirmiyor!” diye hayıflanmıştım çok. O yazıda bir yer vardı ki, hâlâ aklımda: “Prag’ınız Prag’ta değil, gayet iyi görebildiğiniz gibi. Vaat edilmiş Prag yerin altındaki gökte.”
Şimdi bugünlerde İstanbul’a baktıkça, ben de şöyle diyorum içimden: “İstanbul’unuz İstanbul’da değil. Vaat edilmiş İstanbul, yerin altındaki gökte.” Çünkü kediler ve martılar gibi diğer canlılar dışında kimse İstanbul’da yaşamıyor artık. Izmir’de de yaşayan yok, hele Gökçek’in Ankara’sı, yerin altında bile değil… Peki neden bu şehirler, yerlerinde yok? Çünkü bu şehirlerde yaşayanlar, nerede olduklarından habersizler… Aslında sadece nerede olduklarını değil, kim olduklarını da bilmiyorlar. Daha doğrusu, kim oldukları unutturulmuş bir halk yaşıyor bu ülkede. Eğer gerçekte kim olduklarını bilseler, ne denizler kirlenirdi böyle, ne de böylesine solardı ruhları şehirlerin...
Bu gerçeği öğrenmem, üç kulaklı büyülü bir kedi olan İvam’ın anlattıkları sayesinde mümkün oldu. Çünkü İvam, geceleri insanların rüyalarında geziniyormuş. Onun anlattığına göre, bu topraklarda yaşayan insanların çoğu, sadece rüyalarında kendileri olabiliyormuş. Sıradan gözüken pek çok insanda, öyle sıradışı rüyalara tanık oluyormuş ki, İvam her seferinde şaşkına dönüyormuş. Bu insanların, birgün kendilerine “ben kimim” diye sormaları halinde ya da nerede olduklarını ve nelerin peşinde koşup kısacık ömürlerini nasıl birilerinin çıkarları için heba ettiklerini anladıkları anda, Spartaküs gibi rüyalardan gerçek hayata açılan kapıyı bulma ihtimali doğacakmış. Karın tokluğu için istemedikleri işlerde, yetersiz koşullarda çalışmaya zorlanan, kandırılan, yoksun bırakılan bu insanların rüyalarından kalkmaları halinde, gerçek hayatta birileri için kâbusun başlayacağı kesin. Çünkü biriken günahların sığabileceği bir yer kalmadı bu dünyada. İvam’ın dediğine göre, ancak başka bir dünyada mümkün olabilirmiş, o kutsal barış!
Albert Camus, “İnsan, yazdıklarından daha fazla bir şeydir” demişti ya, ben de “İnsan, yaşadıklarından da yaşamadıklarından da fazla bir şeydir” diye düşünürüm hep. O fazla şey, sanatı, devrimi, aşkı, imkânsızı mümkün kılar. O “fazla şeyler”in farkında olmanın anahtarı da, sanattan başka bir yerde bulunamaz. Ama mühim olan şey nasıl bir sanat? Insanları kabullenişe alıştıran sanat ile eleştirmeye ve farkındalığa kışkırtan sanat arasındaki farklar, o “fazla şeyler”i, azaltması ya da çoğaltmasıyla ölçülebilir ancak.
İşte bu yüzden Cixous’nun kitabı, salt bir rüya kitabı değil benim için, her ne kadar sadece rüyalarının kaydı, rüyalar uykudayken tutulmuş olsa da. Cixous’nun kitabı, YKY’den çıkan ilk rüya kitabı da değil. Adorno’nun “Rüya Kayıtları” ya da Michel Butor’un “Baudlaire’in Bir Rüyası Üzerine Deneme” alt başlığıyla çıkan “Sıra Dışı Öykü” adlı kitabını özellikle belirtmekte fayda var. Butor, bir tür hafiyelik yaparak Baudlaire’in yazdığı bir rüyasından, şairin şiirine ve hayatına dair çeşitli ipuçları topluyor ki, sıradışı bir çalışma olduğu kesin. Bir de benim bu tür bir kitap deneyimim oldu yakınlarda. Gülseli İnal’ın Komşu Yayınevi’nden çıkan “Rüya Divanı” adlı mensur şiirlerden oluşan kitabının editörlüğünü yaparken, aslında hayatın akışı içinde ruhumuza çarpan şeylerin bıraktığı izlerin karmaşıklığı ve derinliğine en iyi tanık olabileceğimiz yerin rüyalar olduğunu bir kere daha görmüş oldum. Ama rüyaları, rüya dışı gerçekliğe ait bir akılla anlamak da mümkün değil. Sanırım rüyaları, düşünürler ve edebiyatçılar için cazip kılan da, imgelerle çalışan aklın bu çok boyutluluğu. Arzuların karmaşık doğasını anlamak için rüyalardan çıkarılacak o kadar çok ders var ki… Örneğin, rüyalarda arzuların denetimli denetimsizliği gerçekten de şaşırtıcı geliyor bana. Kimse, sevdiği bir insanın ölümünü görmek istemez. Ama ona çok acı verecek bu deneyimi, rüyasında tüm çıplaklığıyla yaşar. Çünkü ölesiye korkulan şey, Cixous’nun kitabında da sık sık rastladığımız gibi, bastırılmış ya da kaçılan şeyle yüzleşme isteği, gizliden gizliye kişi tarafından gerçekte arzulanmaktadır. Cixous, rüyasını denetlemeye çalıştıkça, denetimi daha çok kaybederek kaçtığı şeyi çağırdığına tanık olur her defasında.
İnsan, yaşadıklarından fazla bir şey olsa da, insan hayatında asıl hükmü geçen şeyin, Çinli yazar Cang Şianliyen’in dediği gibi, “insanın yüreğine çöken duygular” olduğunu biliyoruz aslında. 1996’da Can Yayınları’ndan çıkan ve baskısı maalesef tükenmiş olağanüstü romanı “Erkeğin Yarısı Kadın”da Cang Şianliyen şöyle anlatıyordu o duyguları: “Yaşamın akışı içinde duygular kalburdan geçip eleniyor; tanımlanamayan duygular, ayrışacak kemiklerden yoksun olan duygular. Onlar insan yüreğinin bir yerinde pıhtılaşarak çökeliyor. Onların suda erimeyen çekirdeğini nasıl açıklamalı? Insanlar kendilerini bile tanımakta zorlanıyor. Ama o açıklanması olanaksız duyguların ölümsüz bir anlamı var. Bir ömür boyu dalgaları yedikten sonra geriye kalan ve sonsuza kadar kalacak olanlar, işte o duygular.”
Geriye kalan ve sonsuza kadar kalacak olan o duyguları anlamaya başladığımız zaman, kim olduğumuzu öğreneceğiz. Bir rüya sızıntısından başka bir şey değiliz aslında…
Bülent Usta (Birgün, 25 Mart 2009)