SABAHIN KIZILLIĞI

Posted: 15 Nisan 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Uçsuz bucaksız düz bir ovanın ortasında ilerleyen bir trenin içinde açıyorsunuz gözlerinizi. Gözlerinizi açtığınız andan itibaren yaşadığınız her şey, bir rüyadan başka bir şey değildir aslında. İşiniz, sevgiliniz, aileniz, dostlarınız, çocukluğunuz, her şey…
Ölüm denilince, aklıma böyle bir yolculuk ve uyanış gelir genellikle… Yaşamı hissetmek, ölümden korkulmadığı sürece mümkündür çünkü.

Stefan Zweig’ın Can Yayınları’ndan çıkan “Dünün Dünyası” adlı kitabını okurken, böyle bir tren yolculuğu içinde kendimi bulmam kaçınılmazdı. Çünkü Zweig denilince aklıma hep, 2. Dünya Savaşı’nın yaşandığı günlerde, ülkesinden ayrılıp Brezilya’ya gitmek zorunda kalan, orada karısı Lotte ile intihar eden ve cesetlerinin yanı başında bulunan o veda mektubu gelir. Mektup şöyle bitiyordur: “Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hâlâ görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.”
Zweig öleli 67 yıl geçmiş ve o uzun gece, dünyanın çoğu yerinde tüm karanlığıyla sürüyor olsa da sabahın kızıllığını görme umuduyla her sabah pencereye koşanlar da var olmaya devam ediyor. O da yazdıklarıyla, beklenen sabaha ortak oluyor aslında. Çünkü, Avrupa’nın yakın tarihini kendi hayat hikâyesinden yola çıkarak anlattığı bu kitap, öylesine büyük derslerle dolu ki… 440 sayfalık kitabın her sayfasını, yaşamı olağanüstü derecede ciddiye alan büyük bir yazarın nasihatlari gibi okumak mümkün. Kitabın daha başlarında anımsattığı şey, belki de pek çok şeyin yanıtını içinde barındırıyor: “Bugünümüz, dünümüz ve önceki günümüz arasındaki tüm köprüler yıkıldı.” Zweig, genç dostlarıyla konuşurken yaşadığı bu ürpertiyi, aslında kendi kendisine kaldığında da hisseder. “Hayatım” derken, “Hangi hayatım?” diye sormadan edemez kendisine. 1. Dünya Savaşı öncesi mi, yoksa 2. Dünya Savaşı’ndan önceki hayatı mıdır söz konusu olan? Peki Türkiye’de yaşayanlar için kaç hayat vardır acaba? 12 Eylül’den öncesiyle sonrası arasındaki farklara bakmak bile yeter.

Benim asıl merak ettiğim şey ise, bazılarının nasıl olup da hayatı, sadece kendi hayatlarından ibaret gördükleri. Zweig, intihar ederken bile, dostlarına uzun uzun açıklamalarda bulunan bir mektup bırakmıştı arkasında. O mektup bile, hayatı, kendi hayatından ibaret görmediğinin bir kanıtıydı. Ya da Balzac gibi yazarlar hakkında yaptığı çalışmalar, yazdığı kitaplar… Hayatı, salt kendi hayatından ibaret görmeyenlerin yaşamlarında, Zweig’ın bahsettiği o sabahın kızıllığından izlere rastlamak mümkün her zaman.

Belki de bu sabah erkenden uyanıp pencereden güneşin doğuşuna bakarken, Zweig’ın o ışıltılı ve sevecen bakışlarıyla karşılaşmamın nedeni buydu. Yanımda kedi dostum İvam da vardı ve güneşle yüzümüzü yıkarken hiçbir zaman bir şeyler için geç kalınmadığını biliyorduk. Bizi götürecek o trene bindiğimiz zaman, ne hissedeceğimiz, neler için mücadele ettiğimizle ilgili olacaktı sadece. Çünkü her rüyanın geride bıraktığı bir duygu vardır ve o duygu götürür bizi gitmemiz gereken yere.

Bu aralar, okuduğum ve içinden bir türlü çıkamadığım, eğlenceli olduğu kadar düşündürücü de olan bir biyografi çalışması daha var. İthaki Yayınları’ndan çıkan “Jules Verne - Eleştirel Bir Biyografi” adlı kitapta Volker Dehs, çocukluğumdan beri hayranı olduğum, “80 Günde Devri Alem”, “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” gibi kitapların yazarı Jules Verne’in hayatını, kapsamlı bir çalışmayla gün ışığına çıkarmış. Kendi türü içerisinde örnek olabilecek özellikler taşıyan bu kitabın varlığı, gerçekten de çok mühim. Ithaki Yayınları, bildiğiniz gibi Jules Verne’in romanlarını da yayımlıyor.

Birbirinden değerli o romanların yazarını da, şimdi bu kitap aracılığıyla daha bir görünür kılmış oldu. Verne’in çocukluğundan aşklarına kadar pek çok detayı uzun uzun araştıran ve tartışan bu kitabı okurken, tüm o romanların hangi koşullarda ve nasıl duygularla yazıldığını da öğrenmiş oluyor insan. Bu müthiş bir şey… Ama beni kitapta şaşırtan şey, romanlarında gördüğümü hissettiğim Verne ile, bir biyografi yazarının titizlikle araştırıp gösterdiği Verne arasındaki derin farklar oldu. Örneğin, böylesine hayal gücü zengin bir yazarın muhafazakâr yanlarının olması, beni hayal kırıklığına uğrattı bir parça. Bu da ister istemez, edebiyatta yazar ve yapıtı arasındaki ilişkinin nasıl geliştiğine dair sorular uyandırdı zihnimde.
Gerçekte faşist bir bilimkurgu yazarı olan Robert Anson Heinlein adını duydunuz mu hiç bilmiyorum. Peki bu faşist ve militarist yazarın 2003’te Artemis Yayınları’ndan çıkan “Yaban Diyarlardaki Yabancı” adlı romanının, savaş karşıtları için kült kitaplar arasında yer aldığını biliyor muydunuz? Aslında Heinlein’in bu durumu, bilimkurgu çevrelerinde epey tartışılan bir konu. Birileri, Heinlein’in diğer yapıtlarını ve siyasi tercihlerini göz önünde bulundurarak, romanı bu türden bir okumaya tabi tutarken, başkaları da romanı yazarından bağımsız ele almayı tercih edebiliyor. Aslında bu durumun tek bir ayırıcı göstergesi var. O da Barthes’ın da altını çizdiği gibi, araçsallaştırılmamış bir sanat yapıtı söz konusu olduğunda, yazarın siyasi tercihlerinin bir önemi olmadığı.

Stefan Zweig ve Jules Verne ile yaptığım yolculuktan yorgun düşünce, İvam’la Can Yayınları’ndan çıkan Sam Stall’ın “Uygarlığı Değiştiren 100 Kedi” adlı eğlenceli kitabın içine daldık. Birbirinden şirin, hırçın ve gizemli yüz kedinin tuhaf serüvenlerini okuyup epey bir eğlendik. Ama kitapta bir hikâye vardı ki, İvam’dan kuşkulanmama neden oldu. Londra Kulesi’ne hapsedilen Wyatt’ı, işkence gördüğü hücresinde ziyaret eden ve ona dışarıdan yiyecek getiren kedi, acaba İvam olabilir miydi?

Bilim insanlarına, sanatçılara ilham veren tüm kedilerde İvam’dan bir şeyler buldum ister istemez. Ama İvam, kedi dostlarından pek gurur duyan bir kedi değil. Özellikle, Stephens Adası’ndaki nadir bir kuş türünü yok eden, deniz feneri bekçisinin kedisi Tibbles’ten ikimiz de pek hoşlanmadık. Kedilerin insanlara benzeyen pek çok özelliği var. İnsan gibi, hiçbir zaman çözülemeyecek gizemli yaratıklar olan kedilere düşkünlüğümün bir nedeni de bu olsa gerek.

Bülent Usta (Birgün, 15 Nisan 2009)

0 yorum: