OLAĞANDIŞILIKTAN OLAĞANİÇİLİĞE

Posted: 10 Haziran 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

“Gazeteler gündeliğin dışında her şeyden bahsediyor. Gazeteler beni sıkıyor, bana hiçbir şey öğretmiyor: anlattıkları beni ilgilendirmiyor, ne beni sorguluyor ne de sorduğum sorulara ya da sormak istediklerime cevap veriyor” diye haykırıyor George Perec, Everest Yayınları’ndan çıkan “Olağan-İçi” adlı kitabında.

Perec, bir de bizim ülkemizde yaşasa ne düşünürdü acaba? Olağandışılığın ya da olağanüstülüğün bu kadar sıradanlaştığı bir yer azdır muhtemelen. Bütün haber bültenleri, gazeteler neredeyse olağanüstü gündemlerden ibaret. Mardin’de 44 kişinin öldürüldüğü köy baskını olalı sadece bir ay olmuşken çabucak gündemin gerisine düştüğünü görüyoruz. Şimdi devletin o köydeki çocuklarla ne kadar çok ilgilendiğini okuyoruz gazetelerde. Peki ya diğer köyler? O köylerdeki çocuklar? Gökyüzünde uçan kuştan çok savaş uçaklarını gören, tankların sadece bir oyuncak olmadığını bilen binlerce çocuk ne olacak? Eğer Mardin’de bu katliam olmasaydı, koruculuk meselesi gündemimizi ne kadar işgal edecekti? Ya da Tuzla Tersanelerinde işçiler peş peşe ölmeseydi, hiç bu kadar uzun süre medyanın gündeminde yer alabilir miydi tersaneler? Ya da Susurluk’ta o meşhur kaza olmasaydı, darbe günlükleri yayımlanmamış olsaydı, kısacası kör gözün parmağına bu kadar çok olağandışı olay olmasaydı, darbeler, namus cinayetleri, işçilerin sorunları nasıl olup da gündemimize gelecekti? Halbuki, o kazalar, o günlükler, o cinayetler olmadan da bu sorunlar yaşanıyordu. Tersanelerde işçiler, belki bu kadar sıklıkla olmasa da ölüyor, ağır çalışma koşulları altında ekmek parası için hayatlarını tehlikeye atıyorlardı. Hem sadece tersanelerdeki işçiler de değil… Mavi yakalılardan beyaz yakalılara, herkesin pek çok sosyal, ekonomik, psikolojik sorunu, gasp edilmiş hakkı varken, ancak olağandışı olaylar yaşadıklarında varlıklarını gösteriyor olmalarının bir anlamı olmalı. İnsanların ellerine benzin bidonu alıp başbakanlık önünde kendilerini yakmak istemelerinden daha doğal ne olabilir ki? İleride çok daha yaratıcı etkinliklerde bulunacaklarına eminim. Çünkü devasa bir sirke dönüşen bu dünyada, görünmeleri için başka bir fırsat bırakılmadı insanlara.

“Trenler ancak raydan çıktıklarında var oluyor, dahası ölü yolcu ne kadar çoksa trenler de o kadar çok var gazeteler” için diyor Perec, haklı eleştirisinde. Haber bültenlerini izleyen, popüler gazeteleri takip eden birisi, tüm insanların çıldırmış olduğunu düşünebilir rahatlıkla. Sırf şu, “bir köpek bir adamı ısırırsa haber değildir ama bir adam bir köpeği ısırırsa bir haberdir” mantığı yüzünden.

Perec’in yaygın gazetecilik anlayışına yönelik bu eleştirilerine bakıp kitabın gazetecilik üzerine olduğu anlaşılmasın. Olağandışı ya da olağanüstü olaylardan sıkılmış bir yazarın, tamamen “olağan-içi” amaçlarla neler yazabileceğini görüyoruz kitapta. Sokakları, çoğu insanın yaşamının önemli bir parçası olan büroları, yaz tatilinde gönderilmiş kartpostalları yazmış örneğin. Kitabı okurken, okunulan ya da izlenilen her şeyde şaşırtıcı bir olay, ayrıntı, giz aramaya yönelik davrandığımı fark ettim. Bu aslında şartlandırıldığımız bir şey. Olağandışılığın sıradanlığına kendimizi öyle bir kaptırmışız ki, olağan şeylerin taşıdığı sıradışılıkları görmüyoruz artık. Üstelik sıkılmaktan bu kadar korkulan bir çağda, bu denli sıkışık ve sıkıcı hayatlar sürülmesi de yaşadığımız çağın bir ironisi olsa gerek. Düşünün bir eski çağlardaki insanların yaşadığı şeyleri. Ne internet vardı o günlerde, ne de televizyon… Ama bu çağın insanları gibi sıkılmıyorlardı hiç, belki de bir hikâyeleri olduğu için. Bu yüzden baktıkları her şeyde bir eğlence, şaşırtıcı bir şey aramaları için bir neden de kalmıyordu.

Bunu sinemada bile görmek mümkün. Alev Alatlı’nın Everest Yayınları’ndan çıkan “Hollywood’u Kapattığım Gün” adlı kitabının sonunda bir liste var. O listeyi inceleyince, bugün izlediğimiz filmlerin büyük bir çoğunluğunun, 50’li ya da 60’lı yıllarda çekilmiş filmlerin on yılda bir yeniden çekilen versiyonlarından oluştuğunu açıkça görmek mümkün. Bu durumun arkasındaki nedenlerinden birisi olarak gerçekte anlatacak bir hikâyelerinin olmaması gösterilebilir. Peki bunca olay ve sorunun içinde anlatacak bir hikâye bulmakta neden zorlanıyorlar acaba?

Yine Perec’in kitabına dönersek, aslında bir olayın ya da insanın kendisinden çok, o olaya ya da insana nasıl baktığımızın daha önemli olduğunu söyleyebiliriz. Mahallenizdeki bir kedi, bakış açınıza göre olağanüstü ilginç gelebilir size. Yaşadığımız çağda zarar gören şey de bu bakıştan başka bir şey değil aslında. Tüm bu sıkılmışlığımız, eğlence açlığımız, lüks tüketimlere yönelik iştahımız, üretilen bir şey nihayetinde. Çünkü kültür dediğimiz şey, yani insanın yediği yemekten dinlediği müziğe kadar yapıp ettiği her şeyi kapsayan kültür, bazı direnç noktaları olsa da şekil verilen bir şey. Çokuluslu şirketlerin güdümündeki medyanın ellerine terk edilen çağımızın yabancılaşmış insanı için ne kadar üzülsek az… Çünkü kazandıkları ya da kazanacaklarını umdukları şeylerin, kaybettikleri şeylerin yanında hiçbir önemi yok gerçekte. Özellikle hayata bütünlüklü bakma, kendi hikâyelerini keşfetme şansını yitirmelerinin trajik gerçekliği içinde, kendi sıradanlıklarına mahkûm bir hayat sürmek zorunda bırakılıyorlar.
Pierre Bourdieu’nun 1999’da YKY’den çıkan “Sanatın Kuralları” adlı kitabında altını çizdiği gibi, 19. yüzyıldan itibaren büyük kültürel bürokrasilere (gazeteler, radyo, televizyon) bağımlı kılınan düşünce üretimi ve yazın etkinliği, piyasa gereklerine uygun bir biçimde tıpkı yemek tüketimindeki “fast food” tarzına benzer “fast writing” ve “fast reading” etkinliklerine dönüştü zaman içinde. Ve bu dönüşümün ticari üretim mantığını kışkırtarak öncü düşünsel ve yaratıcı etkinlikleri zayıflatması kaçınılmazdı. Kitle iletişim araçlarını kontrol edenlerin, toplumun asıl meselelerinden uzaklaşması ve yapay gündemler yaratarak kitleleri oyalaması da bugünkü çürümüşlüğün en önemli nedenlerinden birisi olsa gerek.

Bourdieu’nun tabiriyle “düşünceden yoksun yeni düşünme ustalarının” sonunu, yine düşünceden yoksun olmaları getirecek, hiç kuşkusuz… Yeter ki, bütünlüklü bakış açılarına sahip düşünsel üretimler çoğalsın.

Bülent Usta (Birgün, 10 Haziran 2009)

0 yorum: