SEN İŞÇİSİN İŞÇİ KAL(MA)!
Posted: 3 Haziran 2009 Çarşamba by bülent usta inÇocukluğum Trakya’da bir köyde geçmişti. Babam köydeki ilkokulda öğretmen, annem de köyün ebesiydi. Bir memur ailesi olarak köylülere göre elbette kentsel özellikler taşıyorduk ve onlara göre daha çok şehre iniyor oluşumuz, giyimimizden alışkanlıklarımıza kadar pek çok şeyimizi ister istemez farklılaştırıyordu. Annem, kasabadaki çocuklar gibi giydirirdi beni. Eğer kasabada yaşıyor olsaydım, o cicili bicili giysiler eminim hoşuma giderdi. Ama köydeydik ve köyün tüm çocukları lastik ayakkabıyla dolaşırken, tabanında ışıklar yanan spor ayakkabılar giymekten hiç hoşlanmazdım. Çünkü o çocuk halimle hissettiğim şey, o ayakkabıları giydiğim sürece onlardan farklı olacağım gerçeğiydi. Ben de annemin tüm ısrarlarına karşın, en eski giysilerimi giyer, ayakkabılarımı toza bular, tıpatıp onlara benzemeye çalışırdım.
Bugün de, bu davranışımın yanlış olduğunu düşünmüyorum. Herkesin lastik ayakkabıyla dolaştığı bir yerde, son moda ayakkabılar giymek hoş bir şey değil. Ama sıkıntımın nedeni ve kaynağı bugün farklı. Neden onlar da o ayakkabılardan giymiyor, neden lüks evlerde yaşamıyor, neden gönüllerince eğlenmiyorlar diye hayıflanıyorum daha çok. Yoksullukla yoksulları birbirinden ayrı düşünmeyi öğreneli çok olmadı. Yoksulluğu yücelterek, eşitliğin herkesin yoksullaşmasıyla sağlanacağını ümit etmek, tam bir saçmalık gibi geliyor bana artık. Ama gençliğimin ilk dönemlerinde tamamen böyle bir duygu içinde hareket etmiştim. Pahalı sigaralar içmez, lüks lokantaların kapısından girmez, yaşadığım yoksullukta estetik ve etik bir güzellik bulup neredeyse bir keşiş gibi yaşardım. Bir hırka, bir lokma yeterdi.
Zaten adanmış insan olmak böyle bir şeydi. Tıpkı Umberto Eco’nun “Gülün Adı” adlı romanındaki Fransisken tarikatından sorgucu rahip William gibi… Fransiskenler, İsa ve havarilerinin yoksul yaşamasından dolayı yoksulluğu yücelten ve takipçilerine tıpkı İsa gibi yoksul yaşamalarını öğütleyen bir Katolik tarikatıdır. Tüm kötülüklere ve günahlara zenginliğin neden olduğunu ve ihtiyaçlarını minimuma indirdikçe özgürleşeceklerine inanmaları, Müslümanlıktaki Melamilik tarikatını da çağrıştırır bir yandan.
Solun yoksullukla kurduğu ilişki, tuhaf açmazlarla doludur her zaman. Sadece kültürel düzeyde de değil, yoksullara ve özelde işçi sınıfına yaklaşımda da bu açmazlar görülebilir. Yoksullara zenginlik hayalini pazarlayanların yoksulluğun ve eşitsizliğin nedeni olan kapitalizme hizmet edenlerden olması, kimseye şaşırtıcı gelmez örneğin. Halbuki, tam tersinin olması gerekirdi, teorik pencereden bakınca. Ama bu teorik bakışın da kendi içinde pek çok sorunlu yanı var ki, bugünlerde Metis Yayınları’ndan çıkan Jacques Ranciére’in “Filozof ve Yoksulları” adlı kitabı, solun yoksularla ve işçi sınıfıyla ilişkisini çok keskin ve derinlemesine bir bakışla ele alıyor.
Ranciére, Marx’la, Sartre’la, Bourdieu’yle kıyasıya bir tartışmaya girerek, işçiler sadece çalışıp üretim yapmalı (işçi kalmalı), düşünme işini de buna zaman bulanlara bırakmalı anlayışıyla hesaplaşmaksızın, solun gerçek kimliğine kavuşamayacağının altını çiziyor. Ranciére’in de dediği gibi, bir işçi de gayet iyi felsefe yapabilir.
Zaten bir işçi, bir filozof gibi hayata bakmadıkça, emeğin özgürleşmesi ve o işçinin zincirlerinden kurtulması, onun yerine düşünen parti önderleri ve filozoflar sayesinde olmayacaktır nihayetinde. Bunun mümkün olmayacağını, tarihin pek çok döneminde defalarca gördük. Eğer işçiler, birilerinin onların yerine düşünmesine alışık olmasalardı, Sovyetler dağıldıktan sonra, Rusya’da faşizm bu noktaya gelebilir miydi? Sitüasyonistler, “ne zaman ki, yeryüzünde yaşayan herkes şair ve filozof olacak, o zaman dünyanın sorunları ve kaderi değişecek” derken, bunu kast ediyorlardı. Ya da Che Guevara, Küba’da yaşanan kültür devriminin öncelikle yoksulluk kültürünü yok etmesi gerektiğini düşünürken de, aklında olan şey Kübalı işçilerin filozof, sanatçı, siyasetçi, kısacası dünyada üretilmiş tüm maddi ve manevi güzelliklerden faydalanan birer aydına dönüşmesiydi. Küba’da ilkokullarda dahi piyano ve bale gibi, burjuva kültürünün ürünü olan sanatların öğretilmesinin en önemli nedeni buydu.
Che’nin, sadece yoksulluğu yok ederek devrimin amacına ulaşamayacağını, yoksullukla birlikte yoksulluk kültürünün de yok edilmesi gerektiğine inanması çok mühim. Ama Ranciére’in çalışmalarında görüldüğü gibi, her devrimcinin ve filozofun bu niyette olmadığı aşikar. Ya da görünürde bu niyete sahip olurken, geliştirdikleri söylemlerde, eşitsizlikleri meşrulaştırdıkları bir gerçek. Çünkü Batı’nın felsefi ve siyasi geleneği, bu Cezayir kökenli Fransız düşünürün dediği gibi, bu açıdan çelişkilerle dolu.
Aslında “aydınlanmacı” tüm perspektiflerde bunu görmek mümkün. Örneğin Cumhuriyet, kendi temellerini Anadolu’yu aydınlatarak atacağını inanıyordu ve bunun için amacına uygun olarak Köy Enstitüleri’ni kurdu. Bu, gerçek bir modernist projeydi. Yoksul köy çocukları, piyano çalmayı öğreniyor, klasikleri okuyor, neredeyse bir yüksek burjuva okulu şartlarında eğitim görüyordu. Ama bu durumu, Cumhuriyet’in elitistleri hazmedemedi. Çünkü aralarından müzisyenler, yazarlar, ressamlar, bilim insanları çıkıp, onların çocuklarıyla rekabet eder hale geliyordu. Halbuki o okulların amacı, onların Cumhuriyet’in değerlerini içselleştirmiş iyi yurttaş olarak kendilerine verilen görevlerle yetinmeleriydi. Halkın aydınlanmasını isteyen, ama fazla aydınlanınca da darbelerle karartılan, tarikatlara teslim edilen bir halk… Tüm devletler, yoksulların bilgiye ulaşmasının önüne çeşitli engeller koyarak, sadece sınavlardan başarıyla geçerek şartlara uygun hale getirilmiş olanlara ayrıcalık tanımak ister.
Örneğin sık sık Kürtler bu ülkede cumhurbaşkanlığı da, başbakanlık da yapmıştır denilirken, o Kürtlerin, sıradan Kürtler olmaması gibi. Bir zamanlar Halkevleri gibi oluşumların bu topraklardaki önemini biliyoruz ve bu tür kurumların sonradan yaşadığı baskıların da hangi anlama geldiğini. Yoksulluk, yoksulluk kültürüyle birlikte vardır ve bu kültür yoksulların yarattığı şeylerden daha çok, yoksullara dayatılanlardan oluştuğu içindir ki, solun mücadele alanı içerisinde yer alır.
Bir tür Fransisken tarikatı gibi davranan, işi zaman zaman entelektüel düşmanlığına vardıran sol anlayışlardan arınamadığı sürece, sol yoksulluk kültürünü değil, yoksulluk sol kültürü etkilemeye devam edecek gibi gözüküyor.
Cem Karaca’nın “Sen İşçisin İşçi Kal” şarkısını anımsıyorum. Nasıl da melankolik bir şarkıdır. Sarışın kadın, otomobiline biner ve gider. O işçiye ustasının öğütlediği söz, Platon’dan beri tekrarlanıyormuş meğerse… İşte asıl sorun bu…
Bülent Usta (Birgün, 3 Haziran 2009)