UNUTUŞUN İZLERİ
Posted: 30 Aralık 2009 Çarşamba by bülent usta inÇoğu zaman nostaljik birisiyimdir. Bu yüzden zamanın geçmesinden nefret ederim. Geçmiş, geçmişte kaldığı ve ona bir daha ulaşmanın mümkün olmadığı için üzüntü kaynağımdır hep. Mesela siz bu yazıyı okuduktan sonra, bu yazı geçmişe ait olacak… Yazıyı okurken, pencerenizin önünden kuşlar uçmuş, yağmur dinmiş olacak… Yani geçip gitmiş olacak zaman, bir daha tekrarı olmaksızın… Her şey, bu yazı dahil, zamanla unutulacak… Ama bu unutuş, yani geçmiş, arkasında bir iz bırakarak unutulan bir şey olduğu için hüzünlüdür aynı zamanda. Tıpkı Ahmet Muhip Dıranas’ın “Olvido” adlı şiirindeki gibi…
Bu iz, maddi olmak zorunda da değildir. Doğduğunuz o ahşap ev, bir apartmana; oynadığınız o sokak, pahalı mağazalarla dolu bir caddeye dönüşse de… Ya da çocukluğunuzu geçirdiğiniz o köy, içinde sadece ihtiyarların yaşadığı terk edilmiş bir köye dönüşmüş olsa da, hafızanızın gizli köşelerinde saklı o kokular, renkler, sesler, yüzler kolay kolay silinmez… Bir sigara tabakası, kına kokusu, eski püskü bir battaniye ya da siyah-beyaz bir fotoğraf, birden sizi o zamana götürüp bırakır. Hafızanızın müzesinde gezinir durursunuz hüzünle…
Halbuki gelecek öyle değildir… Henüz olmamış olduğu için, bir izi yoktur geleceğin. Bu yüzden hüzünden daha çok, umuda dairdir gelecek… Üstelik, geçmiş gibi ulaşılmaz da değildir…
Yeni bir yıla giriyoruz ve benim gibi nostaljik tipler, doğum günlerinde olduğu gibi, yılbaşılarını da bir parça hüzünle karşılayacaklar muhtemelen. Mesela ben şimdi Neşe Karaböcek’in sesinden bir Azeri şarkısı olan “Sen Gelmez Oldun”u dinliyorum art arda… Ve bu hüzün dolu şarkıdan, acayip bir keyif alıyorum… Peki neden? Aslında biz toplum olarak nostaljik bir toplumuz… Bakın TV dizilerine, sol jargona, şarkılara… Çok da matah bir şey olmasa da geçmişimizi özlüyoruz gizliden gizliye… Örneğin babamı düşünüyorum, kışın ortasında ayağında lastik ayakkabıyla okula giden babamı… Nasıl da özlemle anar çocukluğunu, yaşadığı o yoksulluk ve yoksunluk günlerine rağmen… Ya da tüm o çatışmalara, işkencelere, acılara rağmen devrimcilik günlerini özlemle ananlar geliyor hatırıma… Nasıl özlenebilir ki o günler? Onlar da, o günlerde yaşanan dostluklardan, aşklardan, umuttan bahsederler uzun uzun… Ve sonra bir kadeh daha doldurup, o günlerin anısına kaldırırlar… Üzüldükleri şey, yitirilen gençlikleri midir, dostları mıdır, umutları ya da pişmanlıkları mıdır, bilinmez… Ama yaşadıkları üzüntüye rağmen, gizli bir özlem vardır geçip giden zamana…
Yeni bir yıla girerken çok mühim bir kitap yayımladı Metis Yayınları… Ferit Burak Aydar’ın çevirisiyle, Svetlana Boym’un “Nostaljinin Geleceği” adlı kitabı… Nostalji üzerine yazılmış, felsefi deneme, tarihsel analiz ve edebiyat eleştirisinin harmanlandığı, nostalji üzerine yazılmış en kapsamlı eserlerden birisi… 2009’un son günlerini, bu kitabın derinliklerinde kaybolarak geçirmek; nostaljik birisi olarak aynı zamanda ölümcül bir yanının olduğunu öğrendiğim nostaljinin nedenlerini anlamaya çalışmak büyük bir keyif... Çünkü nostaljik bir toplumda yaşıyor, nostaljik bir siyasi geleneğin içinde yol alıyor, nostaljiyi her daim soluyan bir edebiyat geleneği içinde yazıyor, yaşıyorum…
Svetlana Boym, Sovyetler Birliği’nden ABD’ye göç etmiş birisi olarak, hem kendi deneyimleri, hem de kendisi gibi zorunlu ya da gönüllü olan göçmenlerin yaşadıkları nostaljiyi derinlemesine gözlemleme imkânı bulmuş. Nostaljik kişilerin tarihi silerek özel ya da kolektif bir mitolojiye dönüştürmek istediklerini, zamanı mekân gibi yeniden ziyaret etmek istedikleri için modern zaman fikrine, tarih ve ilerleme kavramlarına yönelik gizli bir isyanı yaşadıklarından bahsediyor kitabında.
Beni en çok etkileyen saptalamalarından birisi de, nostaljiyi iki ayrı grup içerisinde değerlendirmesi oldu. “Yeniden kurucu nostalji, ‘nostos’u vurgular ve yitirilmiş evin tarihaşırı bir tarzda yeniden inşasına teşebbüs eder.” Bu yüzden, “yeniden kurucu nostalji”, “son dönemdeki ulusal ve dinsel canlanmaların özünü oluşturur.” “Düşünsel nostalji” ise, “tek bir olay örgüsünü takip etmez, aksine aynı anda birden çok mekânı işgal etmenin ve farklı zaman alanlarını tahayyül etmenin yollarını arar; sembolleri değil, ayrıntıları sever. Düşünsel nostalji, gece yarısı melankolikleri için basit bir bahane değil, olsa olsa etik ve yaratıcı bir meydan okuma” sunar diyor Boym. Bu ayrıma göre, ben kesinlikle “düşünsel nostaljik” birisiyim ve “yeniden kurucu nostalji”nin ulusalcılık ve dincilik ekseninde gerçekleştirdiği zararı, yakından gözlemleyebiliyorum. İster sol, ister dini ya da milli olsun, “yeniden kurucu nostalji”, modernizmin bir laneti olarak üzerimizde dolaşıyor. Nostaljiye dair bu ayrım, bence bugünkü siyasi düzlemimiz için gözden kaçırılmayacak çok mühim bir nokta… Ama “düşünsel nostalji”nin kazandıracağı eleştirel bakış ve yaratıcı sıçramalarla, ancak bu tehlikelerin önüne geçilebilir kanımca… Nostaljiye karşı nostalji…
Kitapta, nostalji sözcüğünün ilk nasıl, nerede ve niçin kullanıldığına dair tarihi tespitler ve hikâyeler de mevut. Örneğin, nostalji sözcüğü ilk olarak İsviçreli bir doktor olan Johannes Hofer tarafından, 1688’de yazdığı bir tezde geçiyormuş. Yani nostalji, şiirde ya da siyasette değil, tıp alanında ortaya çıkmış ilk olarak. Bu hastalığın ilk kurbanları olarak da memleketlerinden uzakta yaşayan özgürlük sevdalısı öğrenciler, büyük şehirlere göç ederek oralarda hizmetçilik yapanlar ve en önemlisi yurtlarından uzakta savaşan askerlermiş… Nostalji, o yıllarda öldürücü bir hastalık olarak görülüyor, özellikle askerler arasında bu yüzden büyük kayıplar verildiği gözleniyormuş… Hatta Ruslarda olduğu gibi, bir salgın hastalık olarak görülen nostaljinin önüne geçmek için, hastalanan ilk asker toprağa diri diri gömülüyor, bunu hem bir tehdit, hem de önlem olarak yapıyorlarmış. Ya da Napolyon’un ordusu Rus topraklarından geri çekilirken, Fransız askerleri arasında nedensiz ölümler gözükünce, otopsiler yapılmış ve yapılan otopsilerde, beyinde nostaljiden kaynaklı iltihaplanmaların olduğu görülmüş. Bir askerin nostalji hastalığına yakalandığının belirtisi ise, kendisiyle konuşan kişinin sesini, özlediği bir insanın sesine benzetmek… Halk ezgileri ise, bu hastalığı tetiklediği için yasakmış askerler arasında… Ben ise, bu yasağa inat, “Senede bir gün” şarkısını açıp, dalıyorum geçmiş zamanın duyguları arasına… Herhalde ölmem…
Bülent Usta (Birgün, 30 Aralık 2009)
Süper bir blog bu