AŞİNALIK TABAKASI

Posted: 2 Haziran 2010 Çarşamba by bülent usta in
0

Sisli bir sabahtı. Üç kulaklı bir kedi olan İvam’la sadece birbirimizin gözlerini görebiliyorduk. Bana “biliyor musun” dedi “İsrail, Gazze’ye giden yardım gemilerine saldırmış.” O âna kadar sisin sebebini anlamamıştım. Atmosferle ilgisi olmayan duygusal bir sisti ortalığı kaplayan. Devlet terörü, yine kan dökmüştü. Aynı sis, Diyarbakır’da Ceylan Önkol adlı çocuk ölünce de şehri basmıştı…

Aslında sisli bir dünyada yaşıyoruz. Darfur’da, Afganistan’da, Irak’ta, Nida’nın öldürüldüğü İran’da, Alex’in öldürüldüğü Yunanistan’da yayılan sis, dünyayı çepeçevre sarmış durumda. Özellikle Ortadoğu, tam anlamıyla sisli bir coğrafya. Yarının ne olacağını kimse bilmiyor. Ama İsrail’in bu vurdumduymazlığının başına çok iş açacağı kesin. Ortadoğu’da, Türkiye’de yaşayanlar dahil herkes Filistinli. Herkesin Filistinli olduğu bir coğrafyada, İsrail devleti, ABD desteğiyle ne kadar varlığını sürdürebilir ki?.. Savaşmayı reddettiği için vatan hainliğiyle suçlanan Yahudiler de Filistinli aslında. Yahudi düşmanlığı yapan ırkçılara en güzel yanıtı, ödedikleri bedellerle bu Yahudi kökenli Filistinler veriyor gerçekte. Insanları birbirine düşman yapan yegâne güç olan devletlerin sorgulanacağı bir çağın müjdecileri olarak…

Hayatı bir metin gibi okuyamadığımız sürece, etrafımızı kuşatan sis dağılmayacak. Hayatı bir metin gibi okumaksa, insanın kendi varoluşuyla her düzeyde hesaplaşmasıyla mümkün olabilir. O zaman devletlerin varlığı da, savaşların ve sömürünün mantığı da görünür hale gelebilir. Shelley’in dediği gibi “şiir, etrafımızı çevreleyen izlenim ârazına tabi kılan laneti bozar. Hepimizin parçası ve algılayıcısı olduğu ortak evreni yeniden üretir ve ruhsal görüşümüzden, varlığımızın harikalığını bizden gizleyen aşinalık tabakasını temizler.”

1800’lü yıllarda yaşamış romantik bir şair olan Shelley’in bu sözüne, Niall Lucy’nin Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Postmodern Edebiyat Kuramı” adlı kitabında rastlamıştım. Benim sis dediğim şeye o “aşinalık tabakası” diyordu. Gerçekte görmemiz gereken şeyleri göremeyişimizin bir nedeni de bu “aşinalık” haliydi kuşkusuz. Şiirin “ortak evreni yeniden üretmesi” meselesi de, okuma edimiyle açıklanabilirdi. Çünkü “okuma” dediğimiz şey, metnin yeniden üretilmesidir. Hayatı okumak ise, hayatın yeniden üretilmesi... “Aşinalık tabakası” ise, bize dayatılan okumalardan başka bir şey değildir. Devlet ve egemen ideolojiler, hayatın kendilerine göre okunuşunu daha çocukken bize ezberleterek, okumanın yerini ezberlerle doldurmayı kendilerine görev bilirler. Ezberlemenin, yaratıcılıkla beraber pek çok şeyi öldürdüğünü ve düşünmenin yerine körü körüne itaati getirdiğini bilerek yaparlar bunu. Aksi taktirde, kendi mutlak egemenliklerini kuramayacaklarının farkındadırlar. Kutsal kitapları ezberlersiniz, anayasaları, ulusların tarihini, askerlik ve vatandaşlık kurallarını... Muhalif olanlar dahi, bu ezber sistemine başvururlar sıklıkla. Kitlelere sloganlar ezberleterek başlarlar kendi iktidarlarını kurma işine. İsrail devletinin politikalarına, ezberlenen, ezberletilen sloganlarla karşı çıkmak bu yüzden işe yaramaz. İsrail, devlet imgesinin yalın halinden başka bir şey değildir çünkü. Tarihsel nedenlerle kendisini maskeleyemeyen bir devlet olduğu için, vahşeti bu kadar görünürleşiyor gözümüze.

Costaguana, Türkiye mi?

Edebiyatımızın Latin Amerika edebiyatıyla daha güçlü bağlar kurması gerektiğini, Everest Yayınları’ndan çıkan Juan Gabriel Vasquez’in “Costaguana’nın Gizli Tarihi” adlı romanını okuduktan sonra, daha çok inanır oldum. 1973 doğumlu Kolombiyalı bir yazar olan Vasquez, Kolombiya’nın resmi olmayan tarihini, daha önce biyografisini yazdığı Joseph Conrad’ın “Nostromo” adlı romanı ve Jose Altamirano adlı kahramanın üzerinden ironik bir dille anlatmış. Askeri darbeler arasında, bir halkın kendi kimliğini bulma çabası, Türkiye’de yaşanan sürece öyle çok benziyor ki…

Aslında bu coğrafyada Latin Amerika’ya benzeyen tek ülke de Türkiye olsa gerek. Bunu olumlu ve olumsuz anlamlarıyla birlikte ele alıyorum. Olumlu anlamıyla, pes etmek nedir bilmeyen halklar yaşıyor bu topraklarda. Olumsuz anlamıyla ise, her zaman kurtarıcılar talep edişi söylenebilir. Bizim de pek çok Simon Bolivar’ımız var ve Bolivar olmaya özenen liderlerimiz.

Latin Amerika’ya benzeyen bir diğer özelliğimiz de, aydınlarımızın yaşadığı müşkülatlar olsa gerek. Vasquez’in romanında, anlatıcının babası Miguel Altamirano, önce din adamlarının bağnazlıklarıyla mücadele eder. Cesetlerin bilimsel amaçlarla kadavra olarak kullanılmasına karşı çıkan kilise ile amansız bir kavgaya tutuşur. Hatta Hristiyan olmama koşuluyla Çin’den kadavra ithal etmek zorunda kalır tıp fakülteleri. 90’lı yıllarda, bizdeki tıp fakültelerinden birisinde, kadavralara iç çamaşırı giydirilmesini talep eden öğrenciler olmuştu. Kadavralara iç çamaşırı giydirildi mi bilmiyorum, ama aydınlarımızın enerjisini tüketecek öyle çok şey var ki… En önemlisi de, “aşinalık tabakası”nın kazınması olsa gerek. Edebiyatın kendisi bile bir “aşinalık tabakası” haline geldiyse, Shelley’in bahsettiği “etrafımızı çevreleyen laneti”, “yanıtlayan” değil, “sorgulayan” yapıtlarla bozabileceğimizi kabul etmemiz gerek. Sanatı hayata ya da hayatı sanata taşımanın başka bir yolu yok. İşte o zaman, kadavraların namusuyla uğraşmak yerine, daha yaratıcı meselelerle uğraşabiliriz.

Yaşadığımız coğrafyayı sise boğan savaş makinelerinin susturulacağı günler, başka türlü gelmeyecek…

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 2 Haziran 2010)

0 yorum: