BİNLERCE TOPLU İĞNE

Posted: 18 Haziran 2010 Cuma by bülent usta in
0

Sıcak yaz gecelerinde uyku tutmaz beni kolay kolay. Kitaplardan ve düşlerden kurduğum kendi evrenimde seyahate çıkıp başka dünyalar keşfedip, sabah serinliğinde uykuya dalarım genellikle. Ama bu gece öyle olmadı. Bu evrenden ayrılıp kendi evrenime geçemedim. İçimdeki tarifsiz kederle ve beynimin hücrelerini infilak ettirecek kadar güçlü olan bir öfkeyle mücadele halindeydim. Ne zaman dara düşsem yardımıma koşan üç kulaklı bir kedi olan İvam, penceremde belirene kadar devam etti bu durum. İvam, pencereden girip kucağıma attı kendisini. Neyin var dercesine gözlerimin içine baktı uzun uzun. “İçim karanlık” dedim, masamın üzerindeki gazete ve dergi yığınını göstererek. “Bu kadar çok haksızlık, saçmalık ve acıyla baş etmekte güçlük çekiyorum bazen.” İvam, gülümseyerek “artık yanlış bir evrende yaşadığımızı kabul ediyor musun?” diye sordu. İvam, en kötü durumlarda bile bilgece gülümsemekten vazgeçmez. Spinozist bir kedidir İvam. Yaşı olmadığı için, belki Spinoza’nın da kedisi olmuş, benim gibi onunla da konuşmuştur sıcak yaz gecelerinde...


Gazetelerin birisinde, gözü yaşlı bir Özbek kadınının fotoğrafını gördüğümden bahsettim ona. Neden bilmiyorum, derinden etkilemişti beni, o fotoğraftaki kadının hüzünlü gözleri. Kırgızistan’daki iç savaş yüzünden evini terk etmek zorunda kalan bu kadının gözlerindeki hüzün, Afrika’dan Balkanlara kadar, göç etmek zorunda kalmış milyonlarca kadının gözlerindeki hüzne benziyordu tıpa tıp. Bazı şeyler, coğrafya ya da ırk tanımaksızın insanda ortaklaşabiliyordu, tıpkı bu hüzün gibi.

Hele ki, Anadolu’da ne kadar çok o Özbek kadını gibi gözü yaşlı evini terk eden kadın olmuştur kim bilir. Ermeni tehciri sırasında yaşananları okurken, bu toprakların, anaların gözyaşlarıyla ve kanla sırılsıklam olduğunu ve bu ölüm ıslaklığından uçsuz bucaksız bir hüzün bataklığının nasıl oluştuğunu daha iyi anlıyor insan. TESEV ve Göç-Der’in raporlarında, 1990’lı yıllardan bu yana 4 bin köyün boşaltıldığı ve yaklaşık 4 milyon insanın göçe zorlandığı yazıyor.

Bilinmeze doğru çıkılan bir yolculuktur göç. Edip Cansever, “insan yaşadığı yere benzer / o yerin suyuna, toprağına” der ya bir şiirinde. Yaşadığı yerlere benzeyen insanlar, o yerlerden koparılınca, geriye sadece hüzün dolu bir boşluk kalıyor sanki. O şiirin devamında “gülemiyorsun ya gülmek / bir halk gülüyorsa gülmektir” diye yazıyordu.

Yıldırım Türker, “Radikal” gazetesindeki yazısında “Azat’ın çilesi”nden bahsediyordu. Daha bir buçuk yaşındayken üzerinde sigara söndürülerek işkence yapılmasını ve bunu yapanların yargılanamamasını, ona kim izah edebilirdi ki? 1996’da annesiyle birlikte gözaltına alınan Azat, 11 gün kalmış sorguda. Aradan yıllar geçmiş ve annesi hâlâ cezaevinde, üstelik ağır hasta. 14 yıldır annesinin yolunu bekleyen Azat ve Azat gibilerin çilesi bitmeden, hangi açılımdan bahsedebiliriz ki?

Bugün, polis kurşunuyla ölen Alaattin Karadağ’ın duruşması var Bakırköy 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nde. İş kazasında bir elinin parmaklarını kaybetmiş, düşünceleri uğruna uzun yıllar cezaevinde yatmış, ölüm orucuna katıldığı için hastalanıp afla serbest bırakılmış, sonra da herkesin gözleri önünde vurulmuş bir işçi Alaattin Karadağ... Bir yanda Azat’ın, diğer yanda Alaattin’in çilesi... Yurdun dört bir yanına yayılan asker cenazeleri ise, bir başka büyük çile. Bu cenazelerden birisine yakından tanık olmuş ve oğlunu kaybeden bir babanın yaşadığı acının tarifsizliğine uzun süre hapsolmuştum. Bu kadar acıyı, hüzün bataklığına dönmüş bu topraklar, daha ne kadar alabilir içine, hiç bilmiyorum. Bildiğim, Edip Cansever’in yazdığı gibi, mendilimden kan sesleri işittiğim...

İvam, daha önce bana bir sırrı paylaşır gibi söylediği “paralel evrenler”den bahsetti o gece de. Hani şu bilimkurgu roman ve filmlerde sık sık bahsedilen, her evrenin birden fazla benzeri olduğu iddiasından. Dediğine göre, paralel evrenlerde seyahat edebiliyormuş. En çok bu evrende yaşayanların haline üzülüyordu İvam. Dediğine göre, o paralel evrenlerden en saçma ve akıldışı olanında yaşıyorduk. Birilerinin para harcamaktan sıkıldığı, birilerinin de o paranın hayatta kalmasına yetecek kadar azına razı olduğu böylesine saçma bir ekonomik düzeni, başka evrenlerde bulmamız mümkün değilmiş.

Aslında söylediği şeylerin çoğu bana mantıklı geliyor. Mesela “Mavi Marmara” olayı... Dokuz insan öldürülüyor ve ortalık bir anda ayağa kalkıyor. Her yerde gösteriler, yazılar, haberler… Aradan birkaç gün geçtikten sonra, eksen kayması tartışmaları dolduruyor gündemi. Epeyce bir köşe yazarı, akademisyen, uzman, siyasetçi, hayatını kaybeden dokuz insanı ve bir yardım gemisinin başına gelenleri değil de, dış politikadaki ekseni tartışmaya başlıyor. Peki o dokuz insana ne oldu? Bir kaza diye mi kabul edeceğiz o dokuz insanın ölümünü? İsrail’dir, yapar mı diyeceğiz? Silahsız, korunmasız bu insanların öldürülmesini, hangi gerekçe meşru gösterebilir? Onlar da gitmeselerdi mi diyeceğiz? Peki ya, tıpkı diğer cenazelerde olduğu gibi, bu cenazeleri de iç siyaset malzemesi yapmak isteyenlerin ölümü yücelten çığırtkanlıklarına ne demeli? Ölümü yücelten ideolojilerle hesaplaşılmadığı sürece, nasıl doğal olmayan ölümlerin önünü kesebiliriz?

Eksenin kayıp kaymadığı, kaydırılıp kaydırılmadığı umurumda değil. Eksen kayalı çok oluyor. Hemen yanı başımızdaki Irak’tan neredeyse her gün ölüm haberleri geliyor. Ama tıpkı kendi cenazelerimize alıştığımız gibi, Irak’tan gelen ölüm haberleri de uzun zamandır sıradanlaştı. Yapılan bir araştırmaya göre, dünyanın üçte biri, fiili olarak savaş alanıymış. 2. Dünya Savaşı gibi topyekûn bir savaş olmasa da, aynı şiddette bir savaşın içinde yaşadığımız bir gerçek. İnsanlığın kalbine doğrudan bıçak saplamak yerine, binlerce toplu iğne kullanarak uzun vadede, acıyı kontrol edecek anestezik politika ve araçlarla işini görüyor kapitalizm. Ölümlere, işkencelere, zorunlu göçlere, işsizliğe ve açlığa alıştığımız, alıştırıldığımız bir dünyada, neredeyse şizoid bir hayat sürüyoruz bir bakıma. Yangın, kendi evimize ulaşmadığı sürece, mahalle yanmış kül olmuş kimin umurunda...

İvam’a, diğer paralel evrenlerdeki benzerlerimin ne yaptığını sordum. “Mışıl mışıl uyuyorlar” dedi...

Bülent Usta (Birgün Gazetesi, 16 Haziran 2010)

0 yorum: