DEMOKRATİK İNFİAL
Posted: 16 Ağustos 2010 Pazartesi by bülent usta in
0
Yılmaz Güney, “Duvar” filmiyle ilgili yaptığı röportajlardan birisinde “biz hem devletin baskısıyla, hem de halkın sahip olduğu değer yargılarıyla mücadele halinde olduk” diyordu. Yılmaz Güney’in altını çizdiği bu ikili mücadele, aslında tüm dünyada aydınların alması gereken pozisyonunu da tarif ediyordu. Günümüz Türkiye’sinde, artık bu türden kaygılar iyice azaldı. Ya baskıcı devletin, ya da AKP gibi siyasi partilerin temsil ettiği muhafazakâr değerlerin tarafında yer alarak, ikili mücadeleden kaçınılıyor.
Türkiye’deki aydınların pozisyonunu zora sokan bir başka şey ise, mücadele edilen bu güçlerin pozisyonlarındaki belirsizlik. Örneğin darbe alışkanlığına sahip ordu, aynı zamanda Batı değerlerini temsil iddiasında olabiliyor. Hatta hatta askeri darbe yanlısı olmak, anti-emperyalist bir tutummuş gibi gösterilebiliyor. Ya da muhazakârlıktan beslenen ve onu yücelten bir siyasi parti, AB yanlısı ve özgürlükçüymüş gibi davranabiliyor. Ordu ile aynı çizgide bulunmaktan gocunmayan, devletçi geleneği sahiplenen bir parti de, sosyal demokrat iddiasında olabiliyor. Askeri darbe savunucusu olmakla suçlananlar, karşı tarafı sivil darbe yanlısı olarak nitelendirebiliyor. Böylesine karmaşık ve belirsiz bir siyasi ortamda siyaset nasıl mümkün olabilir?
Askeri darbelerin amacı siyaseti yok etmekti. Bunun için siyasi partilerden sendikalara, siyasetin tüm kanalları kapatılmış, örgütsüz yığınlar yaratılmıştı. Siyaset yapılacaksa, sınırları çok net bir alanda yapılmalıydı. AKP hükümetinin izlediği politikalar da farklı değil. Kimseyi muhatap almayan, kurumları halka, hatta halkı halka şikâyet ederek siyaset yapmaktan kaçınmayan ve siyaseti kilitleyen bu anlayış, Türkiye’yi tam anlamıyla bir tıkanma noktasına getirdi. Elbette siyaseti sadece AKP tıkamıyor. Ama hükümette olan bir parti olarak asıl sorumluluğun ona ait olduğu da bir gerçek.
İnegöl’de ya da Hatay’da yaşanılanlara bakınca, tüm bu iç savaş provalarının siyasetsizlikle bir ilişkisi olduğunu söylemek mümkün.
Peki siyaset nedir? Calvino, YKY’den çıkan “Yeni Bir Sayfa” adlı kitabında yer alan bir yazısında Fortini’nin ahlak tanımından bahseder: “Ahlak, değerler ile davranış arasında bir tutarlılığa ulaşma isteğinin yarattığı gerilim ve bu uyumsuzluğun bilincinde olmadır. Ahlak politika haline gelir, politikanın özel adıdır. Ahlakçılık, ahlakın belirli bir anda öngördüğü değerler ve davranışlardan başka değerler ve davranışlar olması gerektiğini ya da olabileceğini yadsıyan kişinin düştüğü hatadır.”
İşte bu yüzden “ahlak” ile “ahlakçılık”ı her zaman birbirinden ayrı tutmak ve düşünmek gerek. Bu anlamda faşizm de, muhafazakârlık da, ahlaklı olmasalar dahi ahlakçıdırlar her zaman ve siyasetten hiç haz etmezler.
Todd May’in siyaset tanımı da Fortini’nin ahlak tanımıyla örtüşür: Olan ile olması gereken arasındaki gerilim... Eğer siz, bu gerilimi ortadan kaldırarak, olanın zaten olması gereken olduğunu iddia ederseniz, siyaset dışına çıkarsınız; kimseyi muhatap almaz, diyalog yerine dayatmayı, empati yerine demagojiyi koyarsınız.
Türkiye’de hem kurumların, hem de halkın gereğinden fazla politize olduğunu iddia edenler, aşırı politize olmanın, siyasetsizlikten kaynaklandığını göremiyorlar. Sokaklarda linç çeteleri kol geziyorsa, bunun bir nedeninin de örgütsüzleştirilen halktır.
Ve medya... Bir televizyon kanalında, açık oturum tarzı bir programın sunucusu, sık sık konuşmacıların sözünü keserek Hatay’daki olayları abartılı bir biçimde aktarıp duruyordu örneğin. Eğer bir yerde bu türden olaylar varsa, gazetecilik etiği, olayları daha da kışkırtacak açıklamalar ve haberler yaymaktan kaçınmayı gerektirir. Ama özellikle birkaç haber kanalı neredeyse canlı olarak bu linç olaylarını televizyonlardan aktarmaya devam etti. Üstelik, provokatörleri sıradan insanlarmış, duyarlı vatandaşlarmış gibi göstererek... Edirne’de ya da Trabzon’da üniversiteli gençleri sokak ortasında linç etmeyi çalışanları da, duyarlı vatandaşlar olarak nitelendirmişti aynı medya. Halbuki yapılan şey, birilerinin onayı ve desteğiyle gerçekleşen terörden başka bir şey değildi.
Üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam, buralarda olsaydı, ona sorardım “ne yapmak gerek” diye. Ama bu sıcak havalarda dışarı çıkmaktan hoşlanmıyor anlaşılan. Belki de serin bir ülkeye gitmiş, keyfine bakıyordur. Yine de içimden İvam’a sorup, ondan gelebilecek yanıtı düşünmekten kendimi alamıyorum. Bana şöyle şeyler söyleyebilirdi: “Türkiye’de her şey iç savaş için zemin yaratmaya yönelik gerçekleşiyor. Hiçbir güç, erkini kolay kolay başka bir güce teslim etmek istemez. Bu güçler savaşı içinde üçüncü bir güç yaratılamadığı sürece, siyasetsizlikten doğan şiddet, alıp başını gider. Sivil toplum kuruluşları, daha fazla siyasete dahil olmazsa, iç savaş kaçınılmaz. Mesela on binlerce kişi sokağa dökülüp şiddete karşı yürümeli ve siyaseti geri çağıracak demokratik bir infial ortamı yaratılmalı.”
Aslında İvam’la, “Cogito”nun son sayısını da konuşabilirdik, her şeye rağmen. Kime sorduysam haberi olmamış, “Cogito”nun son sayısını futbola ayırdığını... Eğer şu iç savaş provaları gündemde olmasaydı, futbolun, o “güzel oyun”un entelektüel dünyadaki karşılığını yazmak niyetindeydim. Kaçırılmaması gereken bir “Cogito” özel sayısı... Derrida, felsefeci değil de futbolcu olsaydı, sahanın neresinde oynardı acaba?
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 28 Temmuz 2010)