DURAN TRENİN YOLCULARI
Posted: 16 Ağustos 2010 Pazartesi by bülent usta in
0
Sıcak bir yaz gecesinde, Haydarpaşa’dan kalkacak olan bir trendeyim. Düşüncelerim, gökyüzündeki bulutlar gibi şekilden şekile girse de, aslında hepsi hevesle bir yöne doğru akıyor. Ama düşüncelerimin nereye aktığı konusunda yine de bilgisizim. Bulut demişken, Mayakovski’nin en çok sevdiğim şiiridir “Pantolonlu Bulut”. “tersyüz edebilir misiniz, kendinizi benim gibi” diyordu ya şiirin bir yerinde Mayakovski, işte o tersyüz olma hali gibi geliyor bana sanat... Sadece kendisini değil, hayatı tersyüz edebilenleri düşündüm uzun uzun. Yanımda, bugünlerde Can Yayınları’ndan çıkan bir roman vardı. Macar yazar Sandor Marai’nin “Bir Burjuvanın İtirafları” adlı romanı. Marai, otobiyografik özellikler taşıyan romanının bir yerinde şöyle yazmış: “İnsan korkunca çığlık atar. Korkunca yazmaya koyuldum.” Onu korkutan ve yazmaya teşvik eden şey, Kafka’nın yapıtlarıyla tanıştığı gün hayatı başka türlü görmenin gücü ve sorumluluğundan başka bir şey değildir. Yani Kafka onu “tersyüz” etmiştir. Yoksa “tersyüz” olmaksızın hayatı nasıl başka türlü görebilir ki insan? Âşık olunca mı? Evet, âşık olunca da…
Beni “tersyüz” eden aşklar ve kitaplar üzerine düşünürken tuhaf bir şey oldu. Duran bir trenin içinde olmama rağmen, yan taraftaki diğer tren hareket ettiği için, sanki içinde bulunduğum tren hareket ediyormuş gibi hissettim bir an. Benzer bir durumu eminim siz de otobüslerin mola yerlerinde ya da vapur yolculuklarında sık sık yaşamışsınızdır. Türkiye’yi, duran bir trene ve kendimi de bu trenin hareket ediyormuş yanılsaması yaşayan yolcularından birisi olarak düşündüm sonra. Yaşıyormuş gibi yaparak yaşamak, çalışıyormuş gibi yaparak çalışmak, sevişiyormuş gibi yaparak sevişmek ve en kötüsü düşünüyormuş gibi yaparak düşünmemize benzemiyor muydu bu yanılsama? Bizim dışımızda her şey hareket etse de, biz hareket etmiyorduk.
Marai gibi, hayatı başka türlü görmenin gücü ve sorumluluğundan habersiz, duran bir trenin penceresinden yolculuk ediyormuş gibi dışarıya bakan yolculardan çok, onlara duran bir trenin penceresinden hayaller izlettiren şeyi sorgulamak gerekiyor belki de. Nedir insanları “mış gibi” yaşamaya zorlayan?
Romain Gary, Emile Ajar adıyla yazdığı “Yalan Roman”da, “normal insanlar”ın dünyasına katılmak için “mış gibi” oyununu oynayan bir yazardan bahsediyordu. Kapatıldığı akıl hastanesinde ona öğretilen şey “mış gibi” davranmaktan başka bir şey değildi. Aslında normal gözüken her insanın bu oyunu oynadığını, gerçek olayları sıradan olaylar olarak görerek bilinçli olma tehlikesi yaşamadan ve tanık olduğu şeylerden rahatsızlık duymadan kendi halinde yaşadığını anlamıştır Emile Ajar...
Şu an Türkiye’de çoğunluk huzur içinde yaşıyorsa, bu biraz “mış gibi” yaşıyor olmamızla alakalı. Birileri birilerini linç mi ediyor, sendikalı olduğu için işçiler işten mi çıkarılıyor, otuz yıldır bir darbe anayasasıyla mı yönetiliyoruz, hiç önemli değil. Biz gelişen bir ekonomiye ve dünyanın en güçlü ordusuna sahip, genç ve dinamik bir ülkeyiz. Trenimiz hareket etmese de lokomotifimiz çok güçlü. İstesek bu trenle tüm dünyayı kat edebiliriz. Duran trenin penceresinden bakıp böyle hayaller kuruyorduk işte. Ama herkes baktığı pencereden aynı şeyi de görmüyor elbette. Çünkü herkesin bu trenle gitmek istediği yer farklı. Hatta aynı trende olmalarına rağmen herkes farklı yönlere gitmek istiyor. Muhtemelen treni durduran nedenlerden birisi de, farklı yerlere gitmek isteyenlerin aynı trene bindirilmiş olması. Peki ya hareket etmeyen bu trenden inip başka trene binmek isteyenler ya da lokomotife geçip treni hareket ettirmek isteyenler olmuyor mu hiç? Onları da başka bir vagona kitliyorlar muhtemelen. “Mış gibi” yaşayamayanlar vagonuna…
Bindiğim tren, sonunda hareket etti. Ama “duran tren” metaforuna kendimi öyle kaptırmıştım ki, hareket edenin gerçekte tren olduğundan hâlâ emin değildim. Tren durmaya devam ederken, tıpkı bulutlar gibi ağaçlar, binalar, şehirler hareket ediyordu...
Gazete yazarı eğer hareket eden bir trende durabiliyor, duran bir trende hareket edebiliyorsa, yani kendisini Mayakovski gibi “tersyüz” edebiliyorsa, iyi bir gazetecidir bana göre. Okura karşı sorumluluğun yerini, patrona karşı, hükümete karşı, orduya ya da başka bir güce karşı sorumluluk alıyorsa, orada sadece “mış gibi” gazetecilik yapanlar var demektir.
Aslında bu “tersyüz” olma hali, en iyi karnavallarda gözlemlenir. Mikhail Bakhtin’in karnaval için söyledikleri, tam da bir “tersyüz” olma halidir. Karnaval, ne seyredilir, ne de sergilenir. Herkes, o karnavalın aktif katılımcısıdır. Karnaval yaşamı, yoldan çıkarılmış, aksi yöndeki bir yaşamdır. Kişiler arasında her tür mesafe ortadan kalkarak, hiyerarşik düzen ve onunla bağlantılı bütün korkular ve kaygılar sona erer. Yani “mış gibi” yaşamaya son verilir karnavalda. Orada “normal” olmanın hiçbir anlamı yoktur. Herkes her an kral olabilir ve o krala tacı takanlar onu her an tahtından indirebilir. Bir edebiyat eleştirmeni olarak Bakhtin için karnavalın anlamı, sözün özgürlüğüyle alakalıydı elbette. Ama bu “tersyüz” olma halini, en iyi karnaval anlatıyor olsa gerek. Emile Ajar gibilerin, “mış gibi” yapmadan yaşayabileceği bir yer olarak karnaval...
Bizim karnavallara ihtiyacımız varken, linç çeteleri dolduruyor meydanları... “Mış gibi” yapmaktan sıkılanların sessiz çığlıkları arasında yol alıyor duran tren...
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 4 Ağustos 2010)