KUNGFU’NUN REFERANDUM ANALİZİ
Posted: 23 Eylül 2010 Perşembe by bülent usta in
Balıkçı kahvesinde oturmuş, önümdeki deftere bakıp kara kara düşünüyordum ki, uzun zamandır görmediğim balıkçı dostum Kungfu geldi. Ona Kungfu denmesinin nedeni, eskiden boksör olması. Almanya’da kasaplık yaparken bulaşmış bu işe. İyi para verdikleri için o da kendisini dövdürtmekte bir sakınca görmemiş. Sağlık sorunları başlayınca Türkiye’ye dönüp aile mesleği balıkçılığa başlamıştı. Kafasına yediği darbeler yüzünden, her şeyi biraz geç anlardı. Ona komik bir şey anlatırsanız, önce hiç tepki vermez, dakikalar sonra kahkahayı basardı. Bruce Lee ile dövüşmesi gibi tuhaf hikâyelerini ise, balıkçıların abartma huyuna bağlayıp dikkate almayanlar, onun hiç kavgasına tanık olamamışlardı muhtemelen.
Kungfu, “Ne düşünüyorsun öyle kara kara. Yazacak bir şey mi bulamıyorsun?” diye sorunca, bir şey söyleyemedim. Aslında yazacak şey bulma konusunda şanslı sayılırdı bu topraklarda yaşayan yazarlar. Tek sorun, hep aynı şeyleri farklı sözcüklerle yazma duygusunun peşimi bırakmamasıydı. Sanki bütün gazeteler aynı güne çıkıyormuş gibiydi. Hep aynı savaş, hep aynı yoksulluk, hep aynı çaresizlik, hep aynı... Çocukların ölü yüzleri, hep aynı sayfalardan bakıyordu yüzüme. Artık o yüzleri birbirinden ayıramaz olmuştum. Vedatlar, Abdülsametler, Ceylanlar, gazete sayfalarında birbirlerinin yerini doldururken, hâlâ aynı şeyleri söylemekten bıkıp usanmıyordu politikacılar. Aslında “barış” derken “savaş” demek istiyorlardı, “güvenlik” denilince çocukların öldürülmesini, “birlik beraberlik” denilince ayrımcılığın her türlüsünü anlıyordum. “Ekmek”ten bahsediliyorlarsa, iş gücümüzü nasıl ucuza satabileceğimiz anlaşılmalıydı. Bu, hep böyle olmuştu. İşte bu yüzden aslında ne yazacağımı bilmiyordum. Hep aynı şeyleri yazıyormuşum düşüncesi kalemimi bırakmıyordu bir türlü.
Kungfu’ya elbette bunları söylememiştim. Ama o çaresizliğimi görüp “İstersen ne yazacağını ben söyleyeyim sana” deyip ülke meseleleriyle ilgili fikirlerini sıraladı birer birer. Bahsettiği meseleler de ilginçti aslında. Balıkların azalmasıyla referandum sonuçları arasında ilişki kurmak gibi tuhaf çıkarımlarda bulunuyordu. Aslında ona göre her şeyin balıklarla bir ilişkisi vardı. Balığa çıkacakken sevmediği bir adam mı gördü, o gün kesinlikle balık tutamayacağına inanırdı. Ya da dünyanın herhangi bir yerinde deprem mi oldu, ilk düşündüğü şey balıkların kaçacağı yer olurdu. Bilge Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi” adlı kitabındaki av ile avcının bütünleştiği, balık tarafından azar azar yutulan balıkçıya benziyordu bir bakıma. Tıpkı o öyküdeki gibi, ölümcül bir tutku... Birkaç yıl evvel, elinde kalan son şeyi, evini de elinden almışlardı. Karısı da daha fazla dayanamayıp çocuğuyla beraber çekip gitmişti. Kayığında yatıp kalkıyordu artık Kungfu. Evini satan kişiye gereken dersi verebilirdi belki, Kungfu’ydu çünkü. Ama yapmamıştı. Cezaevine düşüp denizden uzak kalacağı korkusu, engellemişti onu muhtemelen. Ona, sana ait olan evi nasıl satarlar diye sorunca, tapu diye bir şeyden haberi olmadığını anlamıştım. Annesinin eviydi ve annesi ölmeden evvel evi ona bırakmıştı, tapu da neydi ki?
Önümüzde karbonatlı çaylar, bir süre sessizce oturduk Kungfu’yla. Ama o, bir kere takmıştı kafayı, neden yazamadığıma. “O zaman” dedi “şunları yaz.” Yaz dediği şeylerin hiçbirisi yazılamazdı bu ülkede. Ama ona bunu nasıl anlatacağımı da bilemedim. Tazminat davası kazanmakta maharetli yöneticilerden ya da sansür ve otosansür mekanizmalarının karmaşık yapısından mı bahsedecektim şimdi? Sipariş fikirlerle yazanlar dışında, pek az kişi, çoğu zaman da lafı dolaştırarak düşüncelerini dile getiriyordu artık. Geçmişte tabu olarak görülen pek çok şeyin, geniş geniş konuşulabiliyor olmasına sevinsek de, pek çok şey gibi bu özgürlüğün de göstermelik olduğu bir gerçekti. Göstermelik bir iktidar, göstermelik bir muhalefet ve göstermelik bir basın ahlakı ve özgürlüğü vardı ortada. Gazeteler istediği gibi yalan haber yapabilirdi, arkasında ekonomik ve siyasi bir güç olduğu sürece. Bozuk mal satan bir firma, reklam tehdidiyle, istediği gibi kendisini aklayabilirdi yaygın medyada. İktidara yalakalık yapıp ihaleleri kapmak isteyen gazeteler, bir anda çizgisini değiştirebilir, köşe yazarlarının işine son verebilirdi her an. Ve bu yüzden okur tarafından cezalandırılmazdı o gazete. Geçimini yazarak sağlayanların işi, çok daha zordu artık. İsteyen istediğini, istediği gibi damgalayabilirdi. Her şeyin mubah olduğu, güçlü olanın kuralları koyduğu bir ortamda, herkes fazlasıyla temkinli ve ürkek olmuştu artık.
Benim suskunluğuma ve kalemimin hareketsizliğine bakıp “Bırak bu yazı çizi işlerini, gel balığa çıkalım” dedi Kungfu. Hiç fena fikir değildi hani. Her şeyi geride bırakıp, balıkçılığa dönmeyi bile düşündüm o an. Ne kadar sevsem de üniversitedeki işimi, editörlüğü, yazarlığı bırakmak, o an çok cazip gelmişti. “Tamam” dedim “çıkalım balığa. Bakalım biz mi onları tutacağız, onlar mı bizi?” Aldık malzemeleri, kayığa atlayıp açıldık denize. Gerçekten de iyi gelmişti deniz havası. Ama bir terslik vardı. Bulutlar hızla kapatıyordu gökyüzünü. “Kungfu” dedim “bu havada açılmak iyi fikir değildi galiba.” “Sen bulutlara mı, bana mı inanacaksın” diye çıkıştı bana. Her iyi balıkçı gibi, gökyüzünü görmeden havayı koklayarak bilirdi fırtınanın kopup kopmayacağını.
Epeyce bir açıldık denizde. Balıklar neredeyse kayığın içine zıplayacaktı. İşte o an, neyi nasıl yazacağımı anlamıştım. Düşündüklerimi yazamıyorsam hissettiklerimi yazmalıydım. İnsanların içinde küçük de olsa gerçeğin ne olduğuna dair bir his uyandırabildiğim sürece, büyük büyük şeylerden bahsetmeme hiç gerek yoktu. Bunu yapmak için de Kungfu gibi düşünebilmek yeterliydi. Referandum sonuçlarıyla denizdeki balıklar arasında bir ilişki kurabiliyorsan anlamlıydı yazmak. Gerisi teferruat...
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 22 Eylül 2010)