Öfke Çiçekleri
Posted: 11 Aralık 2013 Çarşamba by bülent usta in
0
“Sarayon Ülkesi”ni izledim Beyoğlu
Sineması’nda, dışarı çıktık hava soğuk, yetimhaneye bırakırken annesinin
Saroyan’a “Artık koca adam oldun, ağlamak yok” demesindeki o hüzün içime
aktıkça, içim de üşüyordu yürürken. Hadi dışını örtersin soğuğa da, içini ne
örter insanın?
Nereye doğru yürüdüğümün farkında değildim. Filmde Saroyan, üç yaşındayken ayrıldığı topraklara dönüyor, ona anlatılanlarla gördükleri arasında ilişki kurmaya çalışıyordu, bense doğduğum topraklarda yolumu kaybetmiş gibiydim. Hepimiz, yaşadığımız bu topraklarda yolumuzu kaybetmiş gibiyiz aslında. Gezi’de, bizi birbirimizden ayıran şu lanet olası aşılması zor duvarlar bir ara görünmezleştiği için, nasıl da oraya gelen herkes, hiç olmadığı kadar kendisini ait hissetmişti bu topraklara, bir düşünsenize. Nereden bir yardım çığlığı gelse oraya koşuyorduk, ihtiyaç listeleri dolaşıyordu her yerde, barikatlara yiyecek su taşıyordu mahalle sakinleri, başka zamanlarda sıkı sıkıya kapanan kapılar, sonuna kadar açılmıştı yabancılara, çünkü herkes birbirini tanıyor hissediyordu, birbirimizin çığlığını duymamızı engelleyen duvarlar kalktığı için. İşte şimdi, o görünmez duvarlar yeniden belirmeye başladı, Gever’de yakılan ağıtları herkes duymuyor, Van’da konteynerlerin önünde üşüyen çocuklar görünmüyor, duvarların dibinden dibinden yürüyoruz yine…
O duvarların nasıl ve hangi amaçlarla oluşturulduğunun farkında olsak, her şey daha kolay olabilirdi belki. Gerald Raunig, Otonom Yayıncılık’tan çıkan “Bin Makine” adlı kitabında bahsediyordu o duvarları yaratan ve aynı zamanda yıkacak olan makinelerden. Özellikle kitabın “Sonsöz”ünü yazan Maurizio Lazzarato’nun şu sözleri mühim: “Seçimler –tıpkı anketler, pazarlama, sendikal ve siyasi temsil gibi- insanın fikrinin önceden sorulmamış olduğu sorunlarla alakalı evvelden varılmış bir uzlaşmayı, önceden tesis edilmiş bir konsensüsü bir önkoşul olarak varsayar.” Aslında bireylerin kendi başlarına düşünüp karar verdikleri bir şey değildir o konsensüs. İletişim araçları gibi insanları şekillendiren makineleri ellerinde tutanların, sistemin belirlediği bir şeydir çoğunlukla. William Saroyan da, “Ödlekler Cesurdur” kitabında, “Seni bu kadar yalnız kılan şey neydi? Neden, birçoğumuz bir arada olduğumuz anlarda bile, bu kadar yalnızdık?” diye sorar ve bu sorunun yanıtı olarak da “ellerinde kâğıtları ve mühürleriyle, kuralların ve düzenin uygulayıcıları”nı, yani sistemi işaret eder ya...
Gezi, sistemin önceden belirlenmiş kodlar aracılığıyla bizi donattığı öznellikten sıyrılmamızı sağlamış, “kairos büyüsü”nün de etkisiyle birbirimizin ne söylediğini duyabilmiştik. Ama sonrasında, şartlandırıldığımız kimliklerimizi yeniden hatırlatacak uygulama ve politikalarla duvarlar yeniden görünürleştirilmek isteniyor. Mısır’da ölenler için gözyaşı dökenlerin Armutlu’da ya da Reyhanlı’da yaşanan acıları umursamaması, Reyhanlı için gözyaşı dökenlerin Gever’de yaşanan polis şiddetine duyarsız kalması gibi. Mustafa Balbay’ın serbest kalmasına sevinenlerin, aralarında milletvekili, belediye başkanı ve gazetecilerin de olduğu KCK tutukluları için üzülmemesi, daha doğrusu üzülememesi gibi… İşte bunlar hep duvar, birbirimizi görmemizi, dinlememizi, hissetmemizi engelleyen… O duvarlar yüzünden Saroyan doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalmıştı, o duvarlar yüzünden ölmeye devam ediyoruz Roboski’de, Sivas’ta, Reyhanlı’da…
Şimdi seçimler yaklaştıkça daha da kalınlaşacak olan bu duvarların arasına sıkışmamızı istiyorlar, sanki Gezi hiç yaşanmamış gibi. Belki de bu yüzden Gever’de can alacak polis şiddeti uygulandı. Belki de bu yüzden kendi aralarında iktidar savaşına tutuştular, kutuplara ayırarak daha sağlam duvarlar örmek istiyorlar belki. İnsanın aklına neler geliyor, duvarlara muhtaç bu komplolar ve komplo teorileri ülkesinde. Her şey Gezi’ye göre belirleniyor, çünkü o duvarların yıkılmasından daha büyük bir tehlike yok iktidar ve güç odakları için.
Saroyan’ı ve öfkesini düşünüyordum yürürken, o öfkeyi güçlü kılan şeyin insan sevgisi olduğunu... O yüzden hayata düşman bir öfke değil onunkisi, yıkıcı ama sadece insanlar arasındaki duvarları yıkmak isteyen… Hani Gezi direnişi sırasında, karşısında duran polise çiçek uzatan o genç kızın öfkesi gibi; sevgiliye verir gibi uzatılmış değildi o çiçek, bir öfkeyi de taşıyordu içinde. Lusin Dink de “Saroyan Ülkesi”yle bize böyle bir çiçek uzattı, insanlar arasındaki görünmez duvarların balyozla değil, hayatı savunan öfke çiçekleriyle yıkılacağını bilerek… Aldım o çiçeği, taktım yakama, evime dönebilmek için…
Nereye doğru yürüdüğümün farkında değildim. Filmde Saroyan, üç yaşındayken ayrıldığı topraklara dönüyor, ona anlatılanlarla gördükleri arasında ilişki kurmaya çalışıyordu, bense doğduğum topraklarda yolumu kaybetmiş gibiydim. Hepimiz, yaşadığımız bu topraklarda yolumuzu kaybetmiş gibiyiz aslında. Gezi’de, bizi birbirimizden ayıran şu lanet olası aşılması zor duvarlar bir ara görünmezleştiği için, nasıl da oraya gelen herkes, hiç olmadığı kadar kendisini ait hissetmişti bu topraklara, bir düşünsenize. Nereden bir yardım çığlığı gelse oraya koşuyorduk, ihtiyaç listeleri dolaşıyordu her yerde, barikatlara yiyecek su taşıyordu mahalle sakinleri, başka zamanlarda sıkı sıkıya kapanan kapılar, sonuna kadar açılmıştı yabancılara, çünkü herkes birbirini tanıyor hissediyordu, birbirimizin çığlığını duymamızı engelleyen duvarlar kalktığı için. İşte şimdi, o görünmez duvarlar yeniden belirmeye başladı, Gever’de yakılan ağıtları herkes duymuyor, Van’da konteynerlerin önünde üşüyen çocuklar görünmüyor, duvarların dibinden dibinden yürüyoruz yine…
O duvarların nasıl ve hangi amaçlarla oluşturulduğunun farkında olsak, her şey daha kolay olabilirdi belki. Gerald Raunig, Otonom Yayıncılık’tan çıkan “Bin Makine” adlı kitabında bahsediyordu o duvarları yaratan ve aynı zamanda yıkacak olan makinelerden. Özellikle kitabın “Sonsöz”ünü yazan Maurizio Lazzarato’nun şu sözleri mühim: “Seçimler –tıpkı anketler, pazarlama, sendikal ve siyasi temsil gibi- insanın fikrinin önceden sorulmamış olduğu sorunlarla alakalı evvelden varılmış bir uzlaşmayı, önceden tesis edilmiş bir konsensüsü bir önkoşul olarak varsayar.” Aslında bireylerin kendi başlarına düşünüp karar verdikleri bir şey değildir o konsensüs. İletişim araçları gibi insanları şekillendiren makineleri ellerinde tutanların, sistemin belirlediği bir şeydir çoğunlukla. William Saroyan da, “Ödlekler Cesurdur” kitabında, “Seni bu kadar yalnız kılan şey neydi? Neden, birçoğumuz bir arada olduğumuz anlarda bile, bu kadar yalnızdık?” diye sorar ve bu sorunun yanıtı olarak da “ellerinde kâğıtları ve mühürleriyle, kuralların ve düzenin uygulayıcıları”nı, yani sistemi işaret eder ya...
Gezi, sistemin önceden belirlenmiş kodlar aracılığıyla bizi donattığı öznellikten sıyrılmamızı sağlamış, “kairos büyüsü”nün de etkisiyle birbirimizin ne söylediğini duyabilmiştik. Ama sonrasında, şartlandırıldığımız kimliklerimizi yeniden hatırlatacak uygulama ve politikalarla duvarlar yeniden görünürleştirilmek isteniyor. Mısır’da ölenler için gözyaşı dökenlerin Armutlu’da ya da Reyhanlı’da yaşanan acıları umursamaması, Reyhanlı için gözyaşı dökenlerin Gever’de yaşanan polis şiddetine duyarsız kalması gibi. Mustafa Balbay’ın serbest kalmasına sevinenlerin, aralarında milletvekili, belediye başkanı ve gazetecilerin de olduğu KCK tutukluları için üzülmemesi, daha doğrusu üzülememesi gibi… İşte bunlar hep duvar, birbirimizi görmemizi, dinlememizi, hissetmemizi engelleyen… O duvarlar yüzünden Saroyan doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalmıştı, o duvarlar yüzünden ölmeye devam ediyoruz Roboski’de, Sivas’ta, Reyhanlı’da…
Şimdi seçimler yaklaştıkça daha da kalınlaşacak olan bu duvarların arasına sıkışmamızı istiyorlar, sanki Gezi hiç yaşanmamış gibi. Belki de bu yüzden Gever’de can alacak polis şiddeti uygulandı. Belki de bu yüzden kendi aralarında iktidar savaşına tutuştular, kutuplara ayırarak daha sağlam duvarlar örmek istiyorlar belki. İnsanın aklına neler geliyor, duvarlara muhtaç bu komplolar ve komplo teorileri ülkesinde. Her şey Gezi’ye göre belirleniyor, çünkü o duvarların yıkılmasından daha büyük bir tehlike yok iktidar ve güç odakları için.
Saroyan’ı ve öfkesini düşünüyordum yürürken, o öfkeyi güçlü kılan şeyin insan sevgisi olduğunu... O yüzden hayata düşman bir öfke değil onunkisi, yıkıcı ama sadece insanlar arasındaki duvarları yıkmak isteyen… Hani Gezi direnişi sırasında, karşısında duran polise çiçek uzatan o genç kızın öfkesi gibi; sevgiliye verir gibi uzatılmış değildi o çiçek, bir öfkeyi de taşıyordu içinde. Lusin Dink de “Saroyan Ülkesi”yle bize böyle bir çiçek uzattı, insanlar arasındaki görünmez duvarların balyozla değil, hayatı savunan öfke çiçekleriyle yıkılacağını bilerek… Aldım o çiçeği, taktım yakama, evime dönebilmek için…
Bülent Usta (BirGün gazetesi, 11 Aralık 2013)