Acının Dibinden
Posted: 5 Eylül 2013 Perşembe by bülent usta in
0
Yaşadığımız bu topraklarda hava her zaman
bulutluymuş, gökyüzü kapkara olmasına rağmen yağmur bir türlü yağmıyormuş gibi
bir duyguyla yaşıyorum hep. Bir şey olacak ama bir türlü olmuyor ve o olmayan
şeye duyulan inanç gün geçtikçe insanların yüzünde kayboluyor sanki…
Artık kabul etmek gerek, her ne yapıyorsak yeterince iyi yapmıyoruz. Roman mı yazıyoruz, demek ki faydasız. Şiir mi yazıyoruz, yüzlerce, hatta binlerce şiir yazmış olsak da bulamamışız her şeyi değiştirecek o kayıp dizeyi. Film mi çekiyoruz, bir şeyler eksik kalıyor ki dokunamıyoruz yeterince hayata ve insana… Çünkü yağmur yağmıyor bir türlü, tüm gökyüzü bulutlarla kaplı olduğu halde.
Her pazar
saat 13.00’te, iş kazalarında yakınlarını kaybeden aileler “vicdan nöbeti”
tutacaklar Taksim’de. Zaten her cumartesi, çocuklarını gözaltında kaybeden
annelerin tuttuğu bir nöbet vardı, şimdi o nöbete bir başka nöbet daha eklendi.
Orada, binlerce insanın gözü önünde “vicdan nöbeti” tutan bu işçi ailelerine
uzaktan bakanları düşündüm bugün. Neden ve nasıl, o ailelerin önünden hiçbir
şey olmuyormuş gibi geçilip gidilebildiğini?.. Geçip gidenlerin bir kısmı,
kabullenmişti bu hayatın kendilerini umursamadığını. Onu umursamayan hayatı, o
niye umursasın? Kimileri de, başka, çok başka bir dünyanın içinde yaşıyorlardı
ve uzaylıymış, sanki bu dünyaya ait değillermiş, birer hayaletmiş gibi
bakıyorlardı iş cinayetlerinde ölen işçilerin ailelerine. Roboski Katliamı’na
da televizyonlardan öyle bakmışlardı muhtemelen. Ne oluyorsa, çok uzak bir
ülkede olup bitiyordu. Caddeden geçenlerin bir kısmı da, “vicdan nöbeti”
tutanlara hak veriyor gibiydiler ama, korkuyorlardı, çünkü kafaları karışıktı
ve güvenmiyorlardı kendilerine bile. Herkes, gökyüzünü kaplayan kara bulutlar
gibiydi o ailelerin önünden geçerken. Ne oluyorsa oluyordu ve yağmur bir türlü
yağmıyordu, yağması, hem de bardaktan boşanırcasına yağması gerekirken.
Belki de,
Andre Breton gibi “büyülü söz”ün peşine düşmeliyiz. O, “Osiris karanlık bir
Tanrı’dır” diye fısıldamıştı sevdiği kadının kulağına. Osiris, ölümsüz yaşam
için diriliş tanrısıdır, yargılamanın ve yeniden doğuşun tanrısı... Alain
Badiou, “Yüzyıl” adlı Metis’ten çıkan kitabında Breton’un bu sözünü, “mutlak
bahtsızlığın ardından gelen isyanı” yansıttığını, “teselli olmayan, yani
tevekküle davet etmeyen” bir söz olduğunu ve “yaşamın en korkunç kararmaları
içinde sıkı durmak” anlamına geldiğini yazmıştı. “Böylece” diyordu Badiou,
“dünyanın acısı sevince dönüşür”.
Hiç
olmadığı kadar “sıkı” durmamız gereken bir çağın içindeyiz ve bulutların
yoğunluğuna bakacak olursak, bir süre sonra kendimiz dahil hiçbir şeyi
göremeyeceğimiz kadar kararacak ortalık. Sıkı durmanın koşulu da, Breton’un
“Arcade 17”de yazdığı gibi “yaşama zahmetine değen şeyi kendini sınırsızca
bağışlayarak selamlayabilmek için, insani acının dibine kadar gitmiş olmak,
oradaki tuhaf yetileri keşfetmek” gerekiyor. Ne yapıyorsak yeterince iyi
yapamıyoruz, ve yağmuru bir türlü yağdıramıyoruz o “tuhaf yetiler”i
keşfedemediğimiz için.
Anlık
tepkilerle yetinip olması gerektiği gibi yas tutamayışımız, acımızı
tanımayışımızla ilişkili değil mi? Yas tutamayan nasıl öfkelenebilir, nasıl
sevebilir ya da nasıl yaşadığını hissedebilir? Sahici olan ne varsa yitiriyoruz
ve elimizde “sıkı” durmaktan başka bir şey kalmamış gibi gözüküyor. O işçi
aileleriyle birlikte nöbet tutarak, Cumartesi Anneleri’nin yaşadığı acıya
yakından bakıp vicdanımızı ve aklımızı umursamazlık zehirinden arındırarak
“sıkı” durabiliriz ancak. Işte o zaman yazacağımız roman da, şiir de,
çekeceğimiz film de bir şeye benzeyecek, acının dibinde tuhaf yetiler
keşfederek…
Badiou’nun
dediği gibi “dünyanın acısı sevince dönüşür“ mü bilmiyorum ama gökyüzünü
kaplayan bu kara bulutlar, insanların gölgelerini yutarak büyüyor ve eğer bir
fırtına kopup yağmazsa yağmur, gölgesiz yığınların gazabından korkmamız
gerektiğini tarihe bakarak görebiliriz. Henri Lefebvre’in Sel Yayıncılık’tan
çıkan “Gündelik Hayatın Eleştirisi” adlı kitabının birinci cildinde yazdığı
gibi “kendi içine kapanmış birey”, “bütün sanrıların, kendiliğinden ya da
kışkırtılmış bütün ideolojik yanılsamaların” oyuncağına dönüşür ve “kendi
kişisel kullanımı için küçük felsefesini yaratır.” Ve politik ya da ekonomik
bir kriz anında da sürü halinde, o küçük felsefelerine uygun “en çılgın, en
aşağı, en vahşi fikirlerle galeyana gelirler.” Bu kolektif zihinsel baş
dönmesine Lefebvre, faşizm diyor. Yani “acının dibi”nden her zaman tuhaf
yetilerle dönülmez, Osiris değil de Seth de çıkabilir o dipten, ölüm ve
karmaşanın tanrısı…
Bir damla
düşüyor yüzüme gökyüzünden… Tek bir damla bile, yağmurun yağacağına inanmam
için yeterli…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 23 Mayıs 2012)