Yitik İnsan
Posted: 5 Eylül 2013 Perşembe by bülent usta in
0
Geçenlerde deniz kenarına inince aklıma Uykucu Metin geldi.
Aramızdan ayrılalı epey olmuştu, ama zihnimde yarattığı imgesi capcanlı duruyor
hâlâ. Uykucu Metin karada uyuyamayan, onlarca yıl sadece teknesinde uyumuş bir
balıkçı. Yıllar içinde bir tür deniz canlısına dönüşmüştü anlayacağınız. Zaten
“Deniz insanı değiştirir evlat,” diye söylediğini çok duymuşumdur. Uykucu
Metin, denizin onu değiştirmesinden olsa gerek, kafası karada yaşayan
insanlardan farklı çalışırdı. Derdi ki bana “Siz karada yaşayan insanlar için
üzülüyorum, hiç ölmeyecekmişsiniz gibi yaşıyor, hayatın sizi içten içe nasıl
çürüttüğünü göremiyorsunuz.” Hayattan onun kadar zevk alan pek az kişi gördüm
bugüne kadar. Tekneyle balığa çıktığımız bir gün, genç edebiyatçı merakıyla ona
“Nasıl bu kadar çok şey bilebilirsin?” diye sorduğumu hatırlıyorum. “Denizi
dinlerim, o her şeyi söyler,” demişti bana. Onun bu sözünü fazla şairane bulup
önemsememiştim o zamanlar. Halbuki bugünlerde sık sık deniz kenarına koşup
denizi dinlerken buluyorum kendimi, şehrin gürültüsünden uzaklaşıp. Aslında
dinlediğim şeyin deniz değil de kendi iç sesim olduğunun idrakiyle, Uykucu
Metin’in bana anlatmak istediği şeyin, George Bataille’ın çokça üzerinde
durduğu “iç deneyim” olduğunu düşünür oldum bugünlerde.
Tanık olduğum olaylar, “insan”ı yitirdiğimize dair bende güçlü
bir kanı oluşturmuş durumda. Ütopya düşüncesinin toplumların hayatından
uzaklaşması, teknolojik zaferlerin varoluşların kaynama noktasını azaltması,
kapitalizmin bir virüs gibi her insana bir şekilde bulaşması gibi onlarca neden
öne sürülebilir “insan”ı yitirişimizin gerekçeleri olarak. Ama bence en
önemlisi, insanların iç deneyimi artık umursamayışı.
Martin Jay’in Metis Yayınları’ndan çıkan “Deneyim Şarkıları”
adlı kitabında Nietzsche’nin şu sözlerine rastladım: “Hayatta başka ne var?
Deneyim denen şeyler. Hangimiz bunları gerçekten istiyoruz? Veya hangimizin
bunun için vakti var? Şimdiki deneyim bizi hep dalgın yakalıyor korkarım: Ona
kalbimizi veremiyoruz, kulak bile veremiyoruz.” İşte denizi dinlerken kulak
verdiğim şey tam da bu. Ama hangimiz bunu istiyor? Nietzsche’ye göre, bunu
istemeyişimizin nedeni acıdan korkmamız. Çünkü tüm deneyimler aynı zamanda
ahlaki deneyimlerdir ve acı verir… Günümüzde “aşk”a ne olduğunu sorup duruyoruz
ya, acıdan korkan insanlar nasıl âşık olsunlar ki? Acıdan korkan insanlar,
nasıl devrim yapsınlar? Şiir okuyan insan sayısındaki azlığı bile, insanların
acıdan kaçışına, iç deneyime kulağını kapatışına bağlayabiliriz. Zeki
Demirkubuz’un “Yeraltı” filmini izlediğimi söylediğim bazı insanların
“Yeraltı”nı “bunalım film” diye etiketleyerek “eğlenceli filmler”i tercih
ettiklerini söylemeleri de, acıdan fellik fellik kaçışımızın bir kanıtı
aslında. Uzun süre yas tutamayışımızı, toplumsal belleğimizin zayıflığını
acıdan kaçan korkak yapımıza borçluyuz. Ama bu kaçış, insanları “panik atak” vb.
moda hastalıkların, prozac gibi mutluluk haplarının, kişisel gelişim
pazarlarının ortasına bırakıyor. İç deneyimini yeterince yaşayamayan birisi,
nasıl huzurlu ve dingin bir hayat sürebilir ki? Uykucu Metin’in kayığında bu
kadar huzurlu uyumasının nedeni, belki de hayatın sadece dış gerçekliğiyle
yetinmeyip, iç deneyimlerini de yaşayabilmesiyle ilgiliydi. Ve kendi iç
deneyimlerini yaşayabilecek vakti de vardı Uykucu Metin’in. Gülten Akın’ın
şiirinde yazdığı gibi “kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya.” İşten
eve gelip bilgisayar oyunu, televizyon, internet vb. şeylerin karşısına geçip
eğlenmek, kafa dağıtmak ya da kafasını boşaltmak isteyen insanların, neden bunu
istediklerini anlayabiliriz elbette. Ama bir süre sonra bu kafayı boşaltma,
gerçekten de kafanın boşalmasıyla sonuçlanabiliyor. Televizyona boşuna “aptal
kutusu” denmemiş. Televizyon da, internet de, bilgisayar oyunları da,
insanlardan sürekli kendilerine bağlı kalmalarını, yani “online” olmalarını
talep ediyor ki, bu talebe kayıtsız kalmak günümüzde iyice zorlaştı. Online
olmamak, ölmek gibi bir şey… Eşiyle, sevgilisiyle, çocukları ya da dostlarıyla
yeterince ilgilenmeyen insanlar, kendileriyle de ilgilenemiyor ve “insan”
dediğimiz varlık, bilakis kendi avuçlarımızın arasından kayıp gidiyor. İnsanların
kendi iç deneyimlerini yaşayamayışları, tektipleşmeyi de peşinden getiriyor ki,
romanlarda bile eskiden olduğu gibi özgün karakterlere rastlamak mümkün
olamıyor bir türlü.
İnsanın yitiş serüveni, uygarlığın kimlik kimlik çözülmesini
ve başka bir insanın mümkün olup olamayacağı meselesini dayatıyor. Uykucu
Metin’in dediği gibi, karada yaşayanların hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya devam
ediyor oluşu, aslında ölümden ne kadar korktuklarının bir ispatı... İçsel bir
korku bu… İçinde yaşadığımız uygarlık çatırdadıkça, daha da artacak bu korku…
Punk müzik yapan Kadıköylü “Rashit” adlı grubun “Yitik
İnsan” şarkısının sözlerindeki gibi “maalesef gerçekleşmemiş beklentilerin /
sonuçsuz, çaresiz, perişan haldesin / rüyaların kâbusa dönüştüğü o an / her
şeyini kaybeder yitik insan!” Ve şöyle bitiyor şarkı, mesajını vererek:
“kaybedecek neyi kaldı ki şimdi? / her şeyi deneyebilir o zaman / yitik insan!”
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 9 Mayıs 2012)