Boynumuzdaki Görünmeyen İlmik
Posted: 9 Ocak 2014 Perşembe by bülent usta in
0
Devleti yönetenlerden sıklıkla duyduğumuz bir sözdür:
“Şiddetle hiçbir şey elde edilemez.” Yönettikleri devlet şiddet aracılığıyla
kurulmuş ve bilakis şiddetle meşruluğunu koruduğu halde söylerler bu sözü.
Max Frisch, Martin Luther King’i bir kişinin öldürdüğü yalandır
diye yazmıştı günlüğüne 60’larda. Çünkü King’in öldürülmesi, tıpkı Hrant
Dink’in öldürülmesine benzer. İki cinayetin arasındaki tek fark, ABD polisi ve
askerinin cinayeti işleyenle hatıra fotoğrafı çektirmemiş olmasıydı. Üstelik
katili de idamla yargılayıp 99 yıla mahkûm etmişlerdi. ABD’yi yönetenler, siyahi
liderin aldığı tehditlerden haberdarlardı ve Martin Luther King’i korurmuş gibi
yapıp öldürülmesine dolaylı (belki doğrudan) yardımcı olmuşlardı. Sonra da ABD
Başkanı Lyndon B. Johnson, ülkede yas ilan edip, o duymaya alışık olduğumuz
sözü tekrarlamıştı basının önünde: “Şiddetle hiçbir şey elde edilemez.” Max
Frisch’e göre, ABD şiddetle elde etmişti edeceğini, çünkü susturmuştu Martin
Luther King’i.
Ülkeyi yönetenlerin kürsüye çıkıp “şiddetle hiçbir şey elde
edilemez” deyip, Roboski Katliamı için böylesine ucuz siyasi manevralara
başvurmaları bir çelişkiymiş gibi dursa da, gerçekte bir çelişki olmadığını
devletler tarihinden görebiliriz. İşlerine gelince Dersim Katliamı’nı siyasi
malzeme yapar hesap sorarlar, işlerine gelmeyince Roboski Katliamı’nda ölenleri
kanun dışılıkla suçlar, bir yandan da ne kadar yüce gönüllü olduklarını ispatlamak
için, bu “katledilmiş kanun dışıların” ailelerine, eşlerini ya da bakanlarını
taziye ziyareti için gönderirler. Ne
şeffaf bir soruşturma yapılarak katliamdan sorumlu olanlar hakettikleri şekilde
cezalandılır, ne de doğru düzgün özür dilenir öldürülen o yoksul insanların
ailelerinden.
Ernst Bloch’un “İzler” adlı kitabında bahsettiği bir
askerlik öyküsüne benziyor aslında durumumuz. Sırf karnını doyurmak için savaşa
giden askerlerin arasına katılmak isteyen yoksul bir genci, askeri bölüğün
komutanı olan Yüzbaşı, bir cesaret sınavından geçirmek ister. Hem askerlerini
eğlendirmek, hem de erkekliğini ispatlamak isteyen Yüzbaşı, cebinden çıkardığı
kısa urganı tavandaki kirişe asar ve o yoksul gence babacan bir ses tonuyla
“Gel bakalım buraya oğlum,” der ve fıçının üzerine çıkıp ilmiği boynuna
geçirmesini ister. Yoksul genç, bu babacan Yüzbaşı ne derse onu yapar, hatta
diğer askerlerin şakalarına karşılık vererek eğlenir ilmiği boynuna geçirirken.
Yüzbaşı ucunu tuttuğu urganı yavaş yavaş çeker ve yoksul gencin boynunu sıkmaya
başlar ilmik. O yoksul genç, canı yansa, nefes almakta zorlansa dahi, fıçının
üzerinde şakalar yapmaya, yapılan espirilere gülmeye çalışır, ama Yüzbaşı daha
da ileri gidip fıçıyı tekmeler. İpin ucunda inleyen genç, hâlâ Yüzbaşı’ya
bakarak gülmeye çalışır. Öyle ya, bu bir cesaret merasimiydi ve eğleniyorlardı
hep birlikte. Yüzbaşı, askerlerini alıp o yoksul genci ipin ucunda bırakarak
çekip gider ve giderken de kahkaha atarak “Şimdi bu yoldan ilahi ordu
birliklerine gidiyorsun,” der. Askerler toparlanıp giderken, yoksul genç hâlâ
Yüzbaşı’nın yaptığı o son espiriye gülmeye çalışıyordur.
Durumumuz ipin ucundaki o yoksul gence benziyor. O babacan
Yüzbaşı’ya benzeyen siyasetçilerin gönlünü hoş etmeye çalışırken, boynumuzda bir
yağlı urgan olduğunu ve bir fıçının üzerinde yaşadığımızı unutuyoruz.
Niye böyleyiz peki? Neden boynumuzdaki ilmiği göremiyor ve o
ilmik boynumuzu sıkıp nefessiz bıraksa da, bir fıçı üzerinde yaşamaya bizi mahkûm
eden bu tekelleşen küresel düzenin rehineleri olmaya razı olabiliyoruz? Çünkü
hepimiz, Baudrillard’ın tanımladığı yeni bir “egemenlik evreni”nde yaşıyoruz.
Bu egemenlik evreninde, “egemen olanlar” ve “egemen olunanlar” diye bir ayrım
yok. Baudrillard’ın Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden çıkan “Karnaval ve
Yamyam” kitabında bahsettiği gibi, bu egemenlik, “politik iktidardan çok, her
türlü meşruiyet ya da temsil alanının yanı sıra, boyun eğme ve iktidarla
bağlantısı kopartılmış bir tür hipergüç”, kusursuz bir iktidar biçimi… Bu öyle
bir iktidar biçimi ki, bizi hem kurban yapıyor, hem de kendisine suç ortağı…
Tıpkı hikâyedeki o yoksul gencin, fıçının üzerine güle oynaya çıkıp boynuna ilmiği
geçirmesi gibi… Tamam, kusursuz bir iktidar biçimi kurdular, ama kusursuz olan
sadece bu yeni iktidar biçimi. Çünkü sadece Türkiye’de değil, dünyada da işler
yolunda gitmiyor. Boyunlarında ilmik olan milyonlarca insan, artık nefes
alamayacak hale geldi ve birileri tırnaklarını ipe geçirmiş durumda. Oluşacak
yeni egemenlik-karşıtı gücün önündeki tek engel ise, yaşadığımız gerçekliği
üreten, daha doğrusu gerçekliği öldüren sermaye. Sermayenin gözden geçirilmiş
yeni bir analizini yapmadan ve sermayenin öldürdüğü gerçekliği diriltecek bir
sanatsal kalkışma olmadan, boynumuzdaki o görünmeyen ilmik, daha çok canımızı
yakacak…
Bülent Usta (BirGün gazetesi, 30 Mayıs 2012)
Bülent Usta (BirGün gazetesi, 30 Mayıs 2012)