Dünyaya yetişmek
Posted: 6 Ocak 2019 Pazar by bülent usta in
0
-->
Kendilerinden üçüncü tekil şahıs gibi bahseden insanlara her
zaman şaşırmışımdır. Kendim yapamadığım için, şaşkınlıktan çok imrenmektir
belki. Otobiyografilerini yazdıklarında yaşadıkları şehirleri, başlarına gelen
olayları, hatta duygu ve düşüncelerini, her şeyi anlamış ve çözmüş gibi
anlatırlar. Bende öyle olmuyor, ayrıntıların içinde kayboluyorum; bir kesinlik
yok, yaşadığım duyguya ve zamana, yani “şimdi”ye göre değişiyor hikâye…
Deleuze’ün Norgunk’tan yeni çıkan “Fark ve Tekrar”
kitabındaki şu cümleyi not etmişim defterime: “Geçmiş ve gelecek, varsayılan
bir şimdi anından ayrı olan bir ânı adlandırmaz, anların bir büzülmesi olması
itibarıyla bizzat şimdinin boyutlarını adlandırır.” Deleuze, ilerleyen
sayfalarda şunu da ekler: “Zamanın temeli Bellek’tir.”
Ankara’ya vardığımda, geçmiş anılardaki Ankara manzaralarını
hayal ederken buldum kendimi. Şurada bir çay ocağı vardı, şimdi tavuk dönerci
olmuş. Orada sevgilimi beklediğim günler… Önümde her zamanki gibi kitap ve
defter. Ne arıyordum o zamanlar, şimdi ne arıyorum? Bilgi ne kadar da yakıcı
bir ihtiyaçtı o zamanlar, dünyanın gittiği doğrultudan emin bir halde ona
yetişmeye çalışıyor gibiydik. Dünyaya geç kalmamak, hatta onu geçmek, yeni
topraklar keşfeder gibi yeni fikirler bulup çıkarmak. Para kazanmak, kariyer
yapmak gibi dertlerimiz yoktu, sadece dünyaya yetişmek yeterliydi, değişimin
parçası olmak… Bu açıdan değişmemiştim sanırım. 10 Ekim Ankara Katliamı’nın
yaşandığı yerden geçerken, bir şey boğazıma sıkı sıkıya sarılmış gibiydi, nefes
almakta güçlük... Dünyaya geç kalınmıştı, şimdinin içinde 10 Ekim’deki acı gibi
saplanıp kalmıştı.
Herkeste öyle midir bilmem, benim için her şehrin, her
sokağın bir kokusu vardır. Ankara’nın kokusunu aradım o gün sokaklarında,
geçmişteki o koku yoktu. O aşk yoktu, o insanların hepsi kaybolmuştu, şimdi
başka bir şey vardı, ben başka birisiydim. Yüksel Caddesi’nde yürürken İnsan
Hakları Anıtı’nın yanındaki polis barikatını görmüştüm. Neden bilmiyorum,
Katalan yazar Jaume Cabré’nin “İtiraf Ediyorum” romanının girişindeki cümleler
geldi aklıma: “Paniğe rağmen dibe batmamak için hiçbir tahta parçasını kabul
etmiyorum artık. Bazı telkinlere rağmen, nereye gittiğini bilmediğim yolu bana
gösterecek herhangi bir inanç, herhangi bir din adamı, kabul edilmiş hiçbir kod
olmadan yürüyorum.” Dünyaya yetişmek için belki de, son günlerini yaşayan roman
karakteri Adria gibi yürümek gerekiyordu. Kabul edilmiş bütün kodlar
tükenmişti.
“Freud bilinçdışının üç şeyi bilmediğini söylüyordu: Hayır,
Ölüm ve Zaman” diye yazmış Deleuze, “Hâlbuki bilinçdışında bütün mesele zaman,
ölüm ve hayırdır.” Aradığım o koku, bilinçdışımla mı ilgiliydi? Proust’un
yaptığı gibi çağrışımların önünü açacak yenilenen bir bağ mı arıyordum, “yeri
hep değişen iz”, “silinen silgi…”
Bir dostum, İstanbul’la Ankara’yı karşılaştırırken şöyle
demişti: “İstanbul’daki yalnızlık, Ankara’dakine göre giyinik, çıplak değil.”
Bunu, tarihî yapıları ve eski semtlerinin değişmeyen dokusuyla, doğasıyla
açıklamıştı. Boğaz’ın varlığı, o akıntı ve dalgaların alıp götürdüğü onca şey… İstanbul’un
yalnızlığı da çıplaklaşıyor gökdelenleri, yakılan yıkılan tarihî yapılarıyla…
Belki de bu çıplaklaşma, sadece şehirlerle ilgili değildir.
Kimlik krizi diye söylenen şey, gerçekte ruhların çıplaklaşmasıdır belki, hangi
yöne gideceğini bilememenin korkusu… Bütün bu sahip olma takıntısının
varoluşsal huzursuzluk ve çıplak yalnızlıkla bir ilgisi olmalı.
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 11 Ekim 2017)