Farklılıktaki uyum

Posted: 7 Ocak 2019 Pazartesi by bülent usta in
0


Herkes, sonu gelmeyen bir çöküşü izliyor sanki televizyonda, canlı yayınlanan... Uzmanlar çöküşü değil de, anketlerdeki oy oranlarını analiz ediyorlar. Seçimlere az kaldı ve kimse ne olacağını bilmiyor. Bir süredir zaten kimse ne olacağını bilmiyor, sadece oluyor. Ama bir şeyler olduğu zaman da, gerçekte ne olduğu tam olarak bilinemiyor; herkes bir şey söylüyor, söylenen her söz de sanki hiç söylenmemiş gibi çabucak unutuluyor. Bu çöküşün nedeni, sadece ekonomik ve siyasal açıdan anlaşılabilir mi? Çöken sadece kurum ve kuruluşlar mı?

Axel Honneth, İthaki Yayınları’ndan çıkan “Bizdeki Ben” adlı kitabın bir yerinde, Freud’un ve Adorno’nun kitle psikolojisiyle ilgili görüşlerini tartışıyor. Freud’un toplumların her şeye gücü yeten lider figürüne neden ihtiyaç duyduğuna dair görüşlerine Adorno’nun katkısını… Adorno, insanlardaki güçlü lidere boyun eğme hevesinin sadece grubun psikolojik ortamından kaynaklanmadığını ileri sürüyor. Honneth, bu tespite psikanalist Kernberg’in görüşlerini de katarak, grupların patolojikleşmesini, tamamlanmamış ayrılma süreçleri ve ilkel idealleştirmeler düzeyinde takılı kalmış bir kişilik tipinin yaygınlaşmasıyla ilişkilendiriyor. Yani birey olamamış, içindeki iyi ve kötü yanları kaynaştıramamış, lideri bütünüyle iyi ve güçlü, kendisini de kusurlu ve yetersiz olarak gören, ama kendi yetersizliğini ötekileşirdiği kişi ve gruplara yansıtarak var olmaya çalışan insanların oluşturduğu grupların patolojisini…

Bu ayrışma meselesi, o kadar mühim ki… YKY’den çıkan Julia Kristeva ve Philippe Sollers’in “Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik” adlı kitabında Sollers, ‘çift’ sözcüğünden hiç hazzetmediğini söylüyordu: “Nefret ettiğim bir edebiyatı hatırlatıyor. Julia ile ben, biz evliyiz, tamam ama her birimizin ayrı bir kişiliği, adı, etkinlikleri, özgürlüğü var. Aşk, ötekini bir öteki olarak tam anlamıyla kabul etmektir. Eğer bu öteki size çok yakınsa, ki durum budur, bana göre esas olan farklılıkta uyuma dayanmaktadır.” Bu uyum yakalanamadığında, evlilikler de çöküyor, sistemler gibi.

Bu uyumu yakalamak, birey olmak, kolay bir şey mi? İktidar değişince, bir büyü yapılmışçasına her şey düzelecek mi? Rein Raud ile Zygmunt Bauman’ın “Benlik Pratikleri kitabındaki tartışmasını hatırladım. Raud, günümüz insanının hemen bir sonuç, tatmin arayışı içinde olmasından yakınıyordu. Birey olmanın, kendini gerçekleştirmenin, disiplin ve çok çalışma gerektirdiğini ve ödülün her zaman ufukta ve uzun vadede ulaşılabilecek bir şey olduğunu söylüyordu. Bauman ise, bu yaklaşıma itiraz ederek, kendini gerçekleştirme çabalarının sürekli kendini geriye çeken ufkun hiç bitmeyen takibinden ibaret olamayacağını söylüyordu. Elimizde bizi doğru yola götürecek bir harita mı vardı ki? Okyanustaki bir gemi gibi, pusulamız ya da cayroskopumuz mu vardı? Sıkı sıkıya sahiplenilmiş, sabitlenmiş ve sistematik olarak üretilen bir benlik modelinden ziyade, her daim bükülebilir, yakında ortaya çıkacağı ve öğrenileceği düşünülen alternatiflerle deneyler yapılmasına daima alan bırakan bir benlik modeli öneriyordu. Raud’un bahsettiği, o büyük emeklerle ve ufka göre kendini gerçekleştirme, dünyanın daha yavaş değiştiği zamanlara aitti. Tutarlılıktan ziyade esneklikti önemli olan; hayat yolculuğu sırasında güzergâh ve araç değiştirebilme kabiliyeti...

Siyaset, tam da böylesi bir esnekliği dayatıyor bugün; kimlikleri sabitlemeye ve onlar üzerinden güç elde etmeye çalışan iktidarların karşısında. Siyaset, benlik modellerinden ayrı düşünülemez bu yüzden. Toplumları oluşturan bireylerin patolojileri, siyasetle doğrudan ilişkili. Bu yüzden çöken sadece kurum ve kuruluşlar değil, iktidarın, bireylere neyin doğal ve o doğallığa nasıl bir yaşam tarzının uygun olduğuna dair fikirleri de… Bireylerin tek tek ve ortak bir biçimde akıl yürütme faaliyetlerini engelleyen bütün bu medya ve yaratılan baskı atmosferi, bu çöküşün asıl müsebbibi. Çözüm de yine burada aranmalı, bireylerin tek tek ve ortak bir biçimde akıl yürütebilmesini sağlayacak medya ve ifade özgürlüğünde, farklılıklardaki uyumda…


Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 16 Mayıs 2018)

Mizantropi

Posted: by bülent usta in
0


-->

Sık sık duyduğum bir söz: “İnsanları sevmiyorum.” “Bir hayvanın hayatı, bir insanın hayatından daha değerli, çünkü onlar insanlar kadar kötü değil” ya da “İnsan, doğanın bir hatası” gibi sözler duymak, o kadar olağan ki artık. Çağımızın benlik sorunlarıyla ilgili bir durum mizantropi, yani insan kaçkınlığı, insanlığa karşı nefret, korku ve güvensiz hissetmek.

Ben öyle biri olamadım hiç, hayvanları da, insanları da sanırım eşit bir biçimde seviyorum. Ama dostlarımdan duydukça, merak ettiğim bir ruh haliydi bu. Bugünlerde Can Yayınları, Sybelle Berg’in “Uyuyan Adam” ve “Hayat İçin Teşekkürler” romanlarını yayımladı. “Uyuyan Adam”ın arka kapağında yazar için ‘mizantropi ustası’ yazıyordu ve heyecanla romanın içine gömüldüm. Güney Çin Denizi’ndeki küçük bir adaya kaçmış olan romanın anlatıcısı yaşlı kadının zihninde ve anılarında dolaştıkça, bu ruh halinin nedenlerini anlamaya başladım. Aslında kendimde de benzer duygu ve düşüncelerin zaman zaman oluştuğunu fark ettim.

Sybelle Berg, “Uyuyan Adam”da genel bir insanlık eleştirisi yapıyordu: “Herkes kendini bir diğerinden üstün buluyor, bu da içimizdeki saldırganlığın, bitmek bilmeyen bir kulak çınlaması gibi sürüp gitmesine sebep oluyordu.” Başka bir yerde de şöyle yazıyordu Berg: “Gençken hayvanseverlere sinirlenir, neden enerjilerini insanları kurtarmak için kullanmadıklarını anlayamazdım, şimdiyse anlıyorum. (…) İnsanlar kendilerine küçük küçük, güzel sebepler buluyorlardı ama birçoğunun çok büyük bir budalalığın ya da alçaklığın ürünü olduğunu göstermiyorlardı kimseye.”

Romanın anlatıcısı kadını, böyle düşünmeye ne itmişti? Hayal kırıklıkları mı? Anlam krizi mi? Kültürlerdeki kötülük üretmeyi ya da kötülüğü meşrulaştıran ikiyüzlü değerler mi? Eğer kötülük meşrulaştırılmaya çalışılıyor ve kimse sesini çıkarmıyorsa, bu bütün insanlığı kötü ve zavallı mı yapardı? İşini geri istediği için şiddet görenleri ya da sokağın ortasında defalarca bıçaklanan birini uzaktan izleyen yüzlerce insan, bu kötülüğün bir parçası mıydı? Aynı zamanda bu insanlar, insanları sevmediklerini mi düşünüyorlardı?

Çağımızın anlam krizinin gelip dayandığı yer, tam da bu ve benzeri sorularda kendini gösteriyor. Benlik, insan bedeninin sınırları içine hapsedilecek bir şey değil, başka insanlarla, sokaklarla, kitaplarla oluşan ve etkileşen bir şey. Benliklerimizi kuşatan bu kültür ve sistemin arızalı oluşu mu, anlam krizini ve kötülüğü yaratıyor? Mizantropi, bu açıdan bir teslim oluş mu, yoksa eleştirel gücüyle bir isyan mı? İnsanları sevmiyorum derken, aslında sevgiye duyulan büyük bir ihtiyaç mı dile getiriliyor? Ne çok soru… Sybelle Berg gibi iyi bir yazarı okumak, yanıtlardan çok sorularla meşgul ediyor insanı, her yanıt başka sorular ortaya çıkarıyor.


Şu bir gerçek ki, var olan sistem ve kültürel yapılar, insana yetmiyor. Ayrıntı Yayınları’nın çoğu kitabını yayımladığı Richard Sennett’in yazdıklarına bakınca, bu yetmeme durumunun nedenlerini ve çözümlerini bulmak mümkün. İnsanlar, kuşatıldıkları ve kendilerini çaresiz hissettiren bütün bu yapıları değiştirebilecek güce sahipler. Zygmunt Bauman, “Benlik Pratikleri” kitabında, çözümün insanın genlerine işlemiş olan ‘dayanışma’yla mümkün olacağını iddia ediyordu. Rekabet üzerine kurulu kendi kendini yaratma ve kabul ettirme kiplerinin yerini, işbirliği ve dayanışmaya dayalı kendini tanıma ve özgürce ortaya koyabilme alırsa, insan potansiyelinin büyük bir zenginliğe ve çeşitliliğe sahip olabileceğini iddia ediyordu. Yani, mizantropi haklı bir eleştirelliğe sahip olsa da çözüm yeni bir ahlaki devrime neden olacak dayanışmada…

Bir an, Berg’in roman karakteriyle Bauman’ın bu iyimserliğini paylaştığımı hayal ettim. Şöyle yanıt verdi romanda: “Muhtemelen insan kadar kendi fikirlerinin parlaklığından emin ve aptallığını şiddetle savunan çok az hayvan vardı.”

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 9 Mayıs 2018)

İçsel devrim

Posted: by bülent usta in
0


Plaza Eylem Platformu’nun sloganlarından birinde geçiyordu “benliğimiz gasp edilemez” sözü. Gasp edilmesinden kasıt, belirlenmiş bir yaşam biçimine insanların zorlanmasıydı, ne giyeceğinden nasıl eğleneceğine ya da nasıl düşüneceğine kadar. Bir yandan insanları belirli kalıplara girmeye zorlayıp, bir yandan da çalıştığı işte yaratıcılık ve yüksek performans beklenmesi de bir çelişki…

Benlik, Rein Raud’un “Benlik Pratikleri” kitabında da altını çizdiği gibi dolaşık bir şeydi; bütün önemli ötekilerle ve insanın benliğini oluşturan diğer yanlarıyla sürekli bir müzakere halinde varolmaya çalıştığı. Benliğin bu dolaşık hali, asıl büyük zorluğuydu.

Klinik psikoloji doktora derslerinde, antropoloji eğitimi almanın, edebiyat ve felsefeyle uğraşmanın avantajlarını görmüştüm. Bahsedilen her konuda, aklım bir roman sahnesine ya da karakterine gidiyordu. Yaşadığım en büyük zorluksa, kendi benliğime yönelik gözlemlerimdeydi, bir roman karakteri değildim çünkü, canlıydım ve içgörüm geliştikçe canım yanıyordu.

O günlerde insanın bir doğası olup olmadığı gibi konularda, fakültenin kantininde derin tartışmalara girerdik. Bu tartışma, okuldan sonra Beyoğlu’ndaki, aynı zamanda kafe olan İskenderiye Kütüphanesi’ne taşınır, Hegel’den, Frankfurt Okulu’ndan kitaplar masaya yığılır, sanki hemen sorumuza bir yanıt bulamazsak devrim treni kaçacakmış gibi çalışırdık.

Daha sonra Rollo May’in kitaplarında da bulduğum yitirilişler üzerine kafa yoruyordum en çok. Toplumdaki değer merkezinin, benliğin ve trajedi duygusunun yitirilişi... Bu yitirişi önlemek içinse, insanın kendi bilincinin farkına vararak benliğini yaratıcı bir süreç içinde yeniden üretmesi gerekiyordu. Bu da öyle kolay bir şey değildi, insan kendisini karşısına alıp yüzleşirse, hatta bu yüzleşmeyi onu reddedebilecek duruma kadar götürebilirse varoluş mümkün oluyordu. Ama bütün bu teorik bilgiler bir noktadan sonra işe yaramıyordu. Vapur yolculuğu yaparken arkadaşıma, çaresiz ve umutsuzca ‘Varoluş imkânsız” dediğimi hatırlıyorum. Yaşadığım çaresizliğin nedeni, sanki okuyup düşünmenin, farkındalığımın artmasının benliğimi yeniden üretebilmek için yeterli olacağını sanmamdı. Her genç gibi aceleciydim. Benliğin dünyayla ilişkisini gözden kaçırıyordum.

Okula giderken, Karaköy’de olta balıkçılığı yapan, 60’ların öğrenci liderlerinden Sakallı’nın yanına uğramam bu açıdan bir şanstı, birlikte balığa çıkıyorduk. Sakallı’nın okuduğum kitaplardan haberi yoktu, o daha çok tarih kitaplarını seviyordu ama o dingin ve kendinden memnun halinde bir şeyler vardı; kitaplarda yazmayan, yazsa da yaşanmadan fark edilemeyecek bir şey. Denizle, martılarla, kedilerle arasında, diğer insanlardan farklı bir bağ vardı. Bu bağın özelliği, dolaysız olmasıydı. Birileri ona kediler güzeldir dediği için kedileri güzel bulmuyordu. Her şeyin, onun kendi iç dünyasında, kendine özgü bir anlamı vardı. Fark etmekle, farkındalığı dünyayla ilişkisinde bir bilince dönüştürmek farklı şeylerdi. Okumak farkındalığı arttırıyordu, ama o farkındalığı bir bilince dönüştürmek dünyayla kurduğumuz ilişkiyle mümkün oluyordu, farklı yaşam olasılıklarını görmemizi sağlayan. Sait Faik gibi yazarları büyüleyen ve yazdıklarında izlerini sürdükleri o giz, böyle bir şeydi. Benlik, sabit bir şey değildi. Benlik, iç dünyanın sınırlarına hapsedilip değiştirilecek bir şey değildi. Geçmişten geleceğe doğru uzanan, bir kısmı bilinçten, bir kısmı bilinçdışından oluşan, akışkan ve geçişken parçalı bir bütündü.

Sabaha karşı, sisle kaplı denizde usul usul kıyıya doğru yol alırken, varoluşum dolup taşardı, denizdim, İstanbul’dum, sistim, buluttum…


Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 25 Nisan 2018)

Düşler ve gerçekler

Posted: 6 Ocak 2019 Pazar by bülent usta in
0


“Her gün denizi görmezsem yaşayamam” derdi, yılların balıkçısı Palavra Basri. Balıkçılığı bırakıp karada iş bulanlar, belki ekonomik olarak daha rahat ederlerdi ama ruhsuzlaştıklarını söyleyerek yakınmaya başlarlardı bir süre sonra. Ruhsuzlaşma diyerek anlattıkları şeyi sorgulayınca da, varoluşsal bir yalnızlıktan bahsettiklerini anlardım. Her gün denizi görmezse yaşayamayacağını düşünen Palavra Basri ile yazmazsa delireceğine inanan Sait Faik arasında bir benzerlik var mıydı? Şöyle yazmıştı Sait Faik, “Haritada Bir Nokta” öyküsünde: “Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım." Öyküyü okuyunca, Sait Faik için yazmanın hayata dahil olmakla ilgili olduğu anlaşılıyordu.

Zygmunt Bauman ve Rein Raud’un Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Benlik Pratikleri” kitabında da vardı bu varoluşsal yalnızlık bahsi. İnternetten bir süre ayrı kaldığında yaşadığı huzursuzluğu, her gün ibadet eden dindar birisinin ibadet edemediğinde yaşadığı huzursuzluğa benzetiyor Raud: “Eğer bir süreliğine e-posta ve Facebook hesaplarımı kontro etme imkânım olmamışsa, önümdeki işlere odaklanmakta aşırı zorlanıyorum…” Raud’un yaşadığı kaygının nedeni, parçası olması gereken şeylerden uzak kaldığı düşüncesiydi. Varoluşsal yalnızlığa tahammül etmek, öylesine güç ki…

Rollo May, “Kendini Arayan İnsan” adlı kitabında, yalnızlığın günümüz insanı için ağır bir tehdit olarak algılanışından bahseder, her şeyin dışında kalma, dışa itilme ya da ortamda olup bitene yabancı kalma olarak yaşanan: “Birey, iç dünyasında neler olduğunu tam olarak bilemediği zamanlarda, çareyi etrafına bakınıp başka insanlarla bağlantı kurmakta arar.” Çünkü insan, kendi sorunlarını ancak dünyayla ilişkisinde kavrayarak çözebilir. Diğer insanlar onun için öncelikle bir umuttur, başkalarının kendisine yol gösterebileceğine, korkularında yalnız olmadığına dair bir umut. İnsanları dine ya da ideolojilere yönelten şey de bu umut… Sosyal medya, parçalanan toplumsalın yerini böylesi bir umut vaat ederek dolduruyor. Peki ama neden böyle bir umuda ihtiyaç duyuyoruz, baş edemediğimiz şey gerçekte ne?

Evde tek başına olunca, sırf ses olsun diye televizyonu açanlar, sessizliğin çağrıştırdığı bu varoluşsal yalnızlıktan mı ürkmektedirler? İnsanlar uzun süre tek başlarına kalınca, ne olacağı belirsiz bir sona yaklaştıklarını hissederler diyor May. Akla, cezaevlerindeki tek kişilik hücrelerdeki tecrit uygulamalarını getiriyor May’in bu sözleri. Uzun süre tek kişilik bir hücrede yaşayanlarda gerçeklik algısının ve belleğin zayıflaması gibi belirtilerin görülmesi, en önemlisi insanın kendisini hissedememesi ve yaşanan ruhsal çöküntü, varoluşsal yalnızlığın insana neler yapabileceğini gösterir bir bakıma. Benliği yitirme, gerçekliği de yitirmeyle sonuçlanır; benliğin parçalanması, gerçekliğin parçalanmasıyla…

Victor Serge’nin Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “İçeridekiler” adlı romanında vardı, Kropotkin kâğıtsız kalemsiz kapatıldığı hücrede, ruh sağlığını korumak için zihninde her gün bir gazete tasarlarmış, manşetinden köşe yazılarına kadar detaylı bir biçimde. Sait Faik’in yazmasam delirecektim dediği şey, tam da böyle bir şey değil mi? Kropotkin de hücresinde bir kurşun kalem bulsaydı, tıpkı Sait Faik gibi tutup onu öpecekti muhtemelen. Kropotkin’in yaşadığı zamanlarda internet diye bir şey yoktu. Belleği ve benliği daha zayıf olan günümüz insanı için, Kropotkin gibi tek kişilik bir hücreye kapatılmanın sonuçları muhtemelen daha ağır olacaktır. Ama bir yandan, hâlihazırda tecrit edilmiş hayatlar sürmüyor muyuz? İnternet ve televizyonun, bir yandan tüketim toplumuna özgü tecrit edilmeyi kolaylaştırdığı, bir yandan da tecrit edilmenin sonucu olan varoluşsal yalnızlığı uyuşturarak bağımlılığa neden olduğu bir yaşam…

Simon Critchley, “İmansızların İmanı” adlı kitabında, yaşadığımız çağı “karanlık zamanlar” olarak tarif ediyor, dünyanın düşler ve gerçekler olarak ikiye bölündüğü, hatta birbirinin yerine geçtiği. Zygmunt Bauman da, günümüz insanının iki ayrı evrende yaşadığını iddia ediyordu, ‘çevrimiçi’ ve ‘çevrimdışı’ olarak. Çevrimdışı evrene, ‘gerçek dünya’ demek, günümüzde artık ne kadar doğru? Sanal âlem denilen şeyin sınırları nerede başlayıp nerede bitiyor belirsizken... Yapay zekâ tartışmalarını da işin içine katınca, gerçeklikle beraber insan ve benliği hakkında başka başka sorular ve sorunlar gündeme geliyor.

Toplumda yaşanan karışıklıkların içimizde kopan fırtınalarla ilişkisi… Merak ettiğim bu...


Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 25 Nisan 2018)