OKUMANIN ULVİYETİ
Posted: 30 Eylül 2009 Çarşamba by bülent usta inSon zamanlarda gerçekleştirilen uyuşturucu operasyonlarına ve yakalananların kimliklerine bakınca, ortaya çıkan manzara kimseye ilginç gelmeyecektir. Ya da üçüncü boğaz köprüsünün iştahları kabartan rant hesapları ve hesaplaşmaları… Çürümek ve çürütmek kapitalizmin doğasında olan bir şey. Nasıl olmasın ki tüm bunlar, böyle bir sistem içerisinde. Sistem bataklık, bu yakalananlar da sinekten başka bir şey değil sonuçta. Fredric Jameson’ın Metis Yayınları’ndan çıkan “Ütopya Denen Arzu” adlı kitabında, ütopyaları umursayanların azaldığından yakınması boşuna değil. Jameson, "Bizi düşmanın varlığı değil, genel inanış elden ayaktan düşürüyor," diyor ama, bu “genel inanış”ın kendiliğinden doğmadığını da belirtmekte fayda var. Kapitalistler, bu genel inanışı yaratmak için öylesine uzun ve sistemli bir mücadele uyguladılar ki, bu “sanki” bir genel inanışa dönüştü. Sadece herkes, bugün uygulanacak mücadelelerin eski araç ve yöntemlerle ve elbette inanışlarla mümkün olamayacağını biliyor. Solun, artık yeterince hayal kuramadığı, alternatif bir dünya sunmak konusunda isteksiz davrandığı da çok açık… Herkes sistem içerisinde çareler düşünüyor ya da sürekli bir yakınma ve eleştirel bir çaresizlik içinde söz alıyor. Kapitalizmin kriz müptelası varlığı bile yeterince anlatılamıyor bu yüzden. Üstelik bir de, ulusalcılık, liberallik gibi solu dejenere eden söylemlerle boğuşulmak zorunda kalınıyor.
Daha önceki yazılarımda, solun geleceği düşünmeyi bırakmasının sakıncalarından bahsetmiştim. Eğer geleceğe dair bir öngörünüz yoksa, yolunuzu şaşırmanız ya da çıkmaz sokaklara takılıp kalmanız çok kolay. Belki Jameson’ın ciddi bir ütopya savunusu olan “Ütopya Denen Arzu” adlı kitabı bize bir fikir verebilir. Bir tür ütopya arkeolojisi yapmaya çalışan yazarın bilimkurgu yapıtlara yönelik yaptığı tespitler de oldukça önemli ipuçları sunuyor.
Korkunç Eleştirmenler
Futbol maçı izlemekle kitap okumak arasında bir fark var mıdır, olmalı mıdır, neden?
Bu soruyu bana sordurtan, romanlarını zevkle okuduğum, yazdığı her şeyi yakından takip etmeye çalıştığım Nick Hornby’nin Sel Yayınları’ndan çıkan “Shakespeare Para İçin Yazdı” adlı kitabı oldu. Aslında itiraf etmem gerekirse, “Hece Cümbüşü” adlı kitabından sonra biraz hayal kırıklığına da uğramadım değil. Özellikle, onun tabiriyle “ciddi dergilerden birinde yazan bir eleştirmen”e verdiği yanıttan sonra… Eleştirmen, “ihtiyacımız olan şey, kötü kitaplar hakkında daha açık sözlü olunmalı” demiş. Hornby, “korkunç bir kadın” dediği bu eleştirmeni, ironik üslubuyla öyle bir aşağılıyor ki... Ona göre, dünya “korkunç eleştirmenler”den arındırılmalı ki, insanlar diledikleri gibi rahatça okuyabilsinler… Hornby’nin bu tespitine bakarak, en azından İngiltere’de hâlâ “korkunç eleştirmenlerin” yaşadığını anlıyoruz. Bunun İngiliz edebiyatı için büyük bir şans olduğu ortada… Çünkü bizim edebiyatımızda “korkunç eleştirmenler” maalesef yeterince yok.
Peki, “korkunç eleştirmenler”den kimler hoşlanmaz… Bu “korkunç eleştirmenler” ne diye durduk yere korkunç olurlar da, böylesi aşağılama ve nefretle karşılaşırlar? Öncelikle, eleştirmenleri korkunç yapan şey, kitabın alınıp satılan bir nesne olmasıdır. Ve eğer, bir eleştirmen bir kitap hakkında olumsuz bir şey yazacak olursa, kitabın satışını olumsuz etkileyeceği için, o eleştirmen korkunç olur. Piyasa, edebiyatı, herhangi bir endüstrinin konumuna indirmek için eleştirmenliği reklamcılıkla takas etmeyi istiyor artık. Aynı durum, sinema için de geçerli… Sık sık sinema eleştirmenlerine de “korkunç” diyenlere rastlayabiliyoruz.
Aslında bir kitabın kötü eleştiriler almasının, o kitabın satışını etkilediğini söylemek de her zaman doğru değildir. “Korkunç eleştirmen”in yapmak istediği şey, eleştirdiği kitabın satışını engellemek değildir ki zaten. İsteyen istediği kitabı okuyabilir. Bugünlerde gırla satan komplo kitapları, hangi eleştirmenden övgü almıştır. Ya da bestseller dediğimiz türün eleştirmenlerin övgüsüne ihtiyacı yok ki zaten… Ama birisi çıkıp da, iyi edebiyatçı pozlarında, yazdığı kötü bir yapıtı eleştirmenlere iyi edebiyat diye yutturmaya çalışıyorsa, o “korkunç eleştirmenler”in de söyleyeceği bir şeyler olacaktır muhtemelen. Çünkü edebiyat, piyasa koşullarına teslim edilemeyecek kadar değerli bir şeydir o “korkunç eleştirmenler” için. Bir başka yazımda o “korkunç eleştirmenleri” şöyle tarif etmiştim: “Eleştirmen, okuru yani o ‘ideal okur’u düşünerek yazarı eleştirir. Üstelik sadece tek taraflı değildir. Okur nezdinde değeri anlaşılamamış bir yazarı da ‘okur’a karşı savunur, ‘okur’a açıklamalarda bulunur, o yazarın değerinin gün yüzüne çıkmasına yardımcı olur, iyi edebiyat yapmayı teşvik ederek edebiyatın çıtasını yükseltir.” Ama ‘okur’un ‘müşteri’ye dönüştüğü bir ortamda, iyi eleştirmenlerin de “korkunç eleştirmenler”e dönüştürülmesi ve mümkünse piyasa dışına atılması kaçınılmazdır.
Nick Hornby, aslında oldukça iyi bir okur. İyi bir yazar oluşu da, iyi bir okur oluşuyla alakalı zaten. Ama her iyi yazar, iyi bir eleştirmen olmak zorunda değildir. Eleştiri, başka bir şeydir, okur olmak ya da beğeni sahibi olmak başka bir şey… Ben, Hornby’nin kitaplar arasında gerçekleştirdiği serüveni başka bir gözle okuyorum bu yüzden. Onun o neşeli ve ironik üslubundan ve yaratıcı tespitlerinden aldığım keyif başka, “korkunç eleştirmenler”den öğrendiğim şeyler başka… Hornby, kitabın bir yerinde o ay çok fazla futbol maçı izlediği için neredeyse hiç kitap okuyamadığından şikayet ediyordu. Ve bu yüzden yaşadığı suçluluk duygusundan bahsediyordu. Kitap okumakla futbol maçı izlemek arasında nasıl bir fark vardı ki, Hornby, suçluluk duygusu hissetti diye düşündüm o an. Kitap okumak, daha ulvi bir şey miydi futbol maçı izlemekten. Üstelik bunu Arsenal fanatiği bir yazar söylüyordu. Bir futbol hastası olarak, böyle bir duyguyu hiç yaşamamıştım. İnsanın, kitap okumak yerine seviştiği için suçluluk duygusu yaşamasına benziyordu bu durum. Şimdi birileri, futbol ve seks aynı şey mi ki, diye sorabilir… Futbol ve kitap okumak da aynı şey değil… Kitap okumak, insanın yaşamında ne zamanki yeme-içme gibi bir etkinlik konumuna gelir ve sahip olduğu o ulvi yerden indirilirse, işte o zaman futbol maçı izlemek ya da sevişmek kadar keyif verici bir ayrıntı haline gelir ve daha çok yer kaplar yaşamımızda…
Bülent Usta (Birgün, 30 Eylül 2009)