SİHİRLİ BARDAK
Posted: 2 Eylül 2009 Çarşamba by bülent usta inAnadolu’da bir tren garının çay ocağındaydım... Sabahın dördü… Buraya neden geldiğimi yola çıkarken biliyor olmalıydım. Ama garın kenarında bulunan eski taş bir binadaki bu çay ocağına girdiğimden beri, bildiğim her şeyi unutmuştum sanki. Adımı bile… Bu harab olmuş tarihi yapının içinde, yıllar boyu içinden geçip giden yolculardan bir iz bulmak mümkündü. O izleri okuyarak Cumhuriyet’in başka bir tarihi, içsel ya da ruhsal bir tarihi de okunabilirdi kuşkusuz.
Önümde yarısı dolu bir bardak vardı. Bu bardağı, çay ocağını işleten kör bir adam getirip koymuştu. Adamın kör olması, nedense bana hiç tuhaf gelmemişti. Tüm bu çay ocağını, kendi bedeni gibi tanıyordu muhtemelen. Bardağa dolan çayın sesinden, bardağın dolup dolmadığını, ocaktaki kaynamaya koyulan suyun kaynayıp kaynamadığını, suyun sesinden anlayabilirdi nihayetinde. Gündüzleri ona yardım eden birileri de olmalıydı. Ya da sadece geceleri duruyordu burada. Gece vardiyası…
Önümdeki bardaktan bakışlarımı alamıyordum bir türlü. Bardak, sanki yıllardır yıkanmamış gibiydi. Parmak izleriyle doluydu etrafı. Bardağın içindeki su da bir tuhaftı. Sanki su değil de başka bir şeydi. Daha dikkatlice bakınca, suyun içinde bazı görüntüler belirmeye başladı. Pimi çekilmiş bir el bombasını sımsıkı tutan bir askerin bakışları vardı sanki suyun içinde. Bardağın dolu ve boş kısmına baktıkça, birbirinden farklı yüzlerce görüntü belirip kayboluyordu bir anda... Bardak, medyumların kullandığı türden sihirli bir küreydi sanki. Bardağın dolu kısmında, birbirinden lüks dairelere ait gökdelenler yükseliyor, son model arabalar vızıldayıp duruyordu. Bardağın boş kısmındaysa, işe girmek için uzun kuyruklar oluşturan insanlar, taş atan çocuklara silah sıkan adamlar görünüyordu. şatafatlı ve acımasız bir hayata dair çeşitli manzaralar.
Ocaktaki ihtiyar adama dönüp bardağın sihirli bir nesne gibi davrandığını söylemem saçmaydı. Çünkü adam, benim gördüğüm şeyleri göremezdi. Belki de bu bardak onu körleştirmişti. O ihtiyar adam, gözlerini bardaktan bir türlü alamamış ve gördüğü şeyler onu zamanla kör etmiş olabilirdi. Okuduğum fantastik romanların etkisiyle, aklıma öyle tuhaf şeyler geliyordu ki... Belki de, o ihtiyar adam bilinçli olarak önüme koymuştu bu bardağı. Bu bir tuzaktı...
Tuzak olsa dahi, bardak, olup biten her şeyi gösterdiği sürece, ona bakmaktan kendimi alamıyordum. Ama şu kesindi: Bardağın dolu kısmında gördüğüm her şey, bardağın boş kısmıyla alakalıydı. Eğer birileri zenginleşiyorsa, bu, birilerinin yoksullaştığı anlamına geliyordu. Yani, bardağın dolu kısmında da, boş kısmında da gördüğüm şey aynıydı. Savaş uçaklarına bakınca, o uçakların öldürdüğü insanları görüyordum örneğin. Parçalanmış cesetlere bakınca da, silah tüccarlarının kazandığı milyon dolarlar ve onların şatafatlı hayatları beliriyordu bardağın dolu kısmında… Ve bardakta, birilerinin her zaman bardağın dolu kısmını, birilerinin de boş kısmını görmek için çırpınıp durduğunu da görüyordum. Halbuki baktıkları bardak, gördüklerini sandıkları, ama gerçekte olmayan bir bardaktı… Zaten devletleri devlet, iktidarları iktidar yapan güç, olmayan bardakları varmış gibi göstermekle kalmayıp, bir de o bardakların dolu kısmını gösterme becerileri değil midir?
Örneğin Kürt sorunu, çeşitli yönleriyle tartışılıyormuş gibi yapılıyor. Sanki bir lütufmuş gibi algılanan bu durumun, gerçekte on yıllarca süren bir toplumsal mücadelenin kazanımlarıyla varılan bir nokta olmasını, hatta o toplumsal mücadeleyi manipüle etme gayretinin bir sonucu olmasını, görmezden gelmemiz isteniyor. Peki ya yerel seçimlerde, Diyarbakır bir AKP şehri olarak belirseydi, bugün Kürt sorunu nasıl tartışılırdı acaba? Ne devlet şiddeti, ne de dağıtılan erzak ve beyaz eşyalarla verilen rüşvetler kâr etmeyince, ortaya birden “Kürt açılımı” diye bir şeyin çıkıvermesini, bu açılımın MGK bildirisiyle tasdik edilmesini de görmezden gelelim… Kim tartışıyor bu meseleyi? Bugüne kadar tartışmamış olanlar… Ve bardak, dolup dolup boşalıyor. Sonra bir bakıyorsun bardak dolu, bir bakıyorsun boş… Gerçekteyse, ortada bardak filan yok. Sadece gerçekler var. Ölen, sakat kalan binlerce insan... Silah tüccarlarına verilen milyon dolarlar… Siyasal şiddeti bahane edip, yıllar boyu ezilenlerin haklarını gasp eden iktidarlar, bölgedeki siyasi boşluktan ve baskı ortamından faydalanıp zenginleşen bürokratlar, devlet adamları, holding patronları, uyuşturucu baronları, ağalar, şeyhler... Onlara da sormak lazım Kürt sorununu… 12 Eylülcülere de sormalı, kart-kurt seslerinin nereden geldiğini? Yoksa korku filmlerinde bile rastlanmayacak olaylara sahne olan Diyarbakır zindanlarından mı duydular o sesleri? Tüm ülkeyi tımarhaneye çevirmekte sakınca görmeyen 12 Eylül generalleri, siyasetçileri ve 12 Eylül sayesinde halkı daha bir iştahla sömürmeye devam eden sermaye sahiplerine de sormalı…
İşin tuhaf tarafı, devlet, ne zamanki bir sorunu çözmeye kalkışsa, o işin altında bir iş oluyor her zaman. 60 darbesi, buna güzel bir örnek… 60 darbesi, çeşitli özgürlüklerle birlikte gelmişti. Darbenin sol tınısı da, bazı solcularımızın gönlünü fethetmişti. Ama ne oldu sonra? Darbeyle verilen her şey ve daha fazlası, darbelerle geri alındı. Bu yüzden, 60 darbesini, toplumsal mücadeleyi manipüle ederek solu devletleştirmenin bir aracı olarak düşünmek mümkün. Tıpkı AB’nin dayatmalarıyla tepeden inen bazı demokratik hakların, toplum tarafından içselleştirilememesi ve haklar için mücadele etmek yerine, her şeyi AB’ye havale ederek çözmeyi istemesinde gördüğümüz gibi. Kapitalist ülkelerin birliğinden oluşan bir güç, bizim gibi darbelerle sakatlanmış ve geri bırakılmış bir ülke için kurtarıcıymış gibi algılanıyorsa, bundan en çok, kendisini toplumsal mücadelelerle meşrulaştıran solun kendisi zarar görür.
O ihtiyar kör adamın, ocaktaki işini bitirdikten sonra, kendisine çay koyup yanıma oturduğunu bile fark edememiştim, bunları düşünürken. “Bardağa bakıp ne düşünüyorsun öyle?” diye sormasına da şaşırmadım hiç. Gözleri görmediği halde, nereye baktığımı biliyor olması, önümde duran sihirli bardağın varlığından daha tuhaf değildi çünkü. “Hiç” dedim, “bardağın dolu ve boş kısımlarını düşünüyorum.” İhtiyar adam, ne demek istediğimi anlamış gibi, “Bütün bardaklar, boş yaratılır. Neyle dolu olduğu, dolu ya da boş olmasından daha önemlidir her zaman” dedi...
Bülent Usta (Birgün, 2 Eylül 2009)