ŞİİRSEL GERÇEKÇİLİK
Posted: 9 Eylül 2009 Çarşamba by bülent usta in25 yıl evvel bugün, Yılmaz Güney aramızdan ayrılmıştı. 9 Eylül 1984… Ünlü Fransız şair Mallermé, düşünür Lacan ve daha nicelerinin de ayrılık günüydü 9 Eylül… Tolstoy’dan Tezer Özlü’ye kadar pek çok yazarın, düşünürün de doğum günü… Ve 29 yıldır varlığını yaşamın her alanında sürdüren, yarattığı vahşet ve akıl almaz kötülükleriyle siyasal tarihimizin zirvesinde yer alan 12 Eylül darbesinin yıldönümüne üç gün kalmışken, tren yolculuğuma kaldığım yerden devam ediyordum.
Trenin penceresinden uzayıp giden dağlara, ovalara bakarken, düne göre daha umutlu hissediyordum kendimi... Üstelik yarın, daha da umutlu olacağıma dair ihtimaller de vardı. Bana tuhaf tuhaf baktığınızı görür gibiyim. Belki de dünyanın en kanlı, sonuçları en karanlık darbesinden 29 yıldır hesap soramayan bir ülkenin yazarı olarak, nasıl olur da umuttan bahsedebilirdim ki? Ama umutluydum… Umudum, her şeyin güllük gülistanlık olacağına dair değildi. Ne acılar bitecekti kolay kolay, ne de bu sömürü dünyasının sıradanlaşmış vahşetleri… Ama biten bir şeyler vardı… Biten ve yeni doğacak bir şeyler…
Arjantinli bir felsefeci olan Diego Tatian’ı anımsıyorum da, Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıkan “Spinoza-Dünya Sevgisi” adlı kitabında, Hobbes’a radikal bir biçimde karşıt olan Spinozacılığın politik felsefesini birkaç cümle içinde özetleyerek, bu kökten değişimin ipuçlarını vermişti: “Politika, gücün kurulmuş (ya da oluşmuş) bir biçimi aracılığıyla uyuşmazlığın çözülmesi olarak değil, oluşturucu ya da kurucu güçlerin kendiliğinden dile gelmesi olarak ortaya çıkar; kendisine ve etkilerine ilişkin her somutlaştırma işlemini peşinen bozan üretici bir güç olarak.” Bu üretici güç, kendi kendini yaratmaya kışkırtan edebi bir açılımı işaret eder ki, o da “şiirsel gerçekçilik”ten başka bir şey değildir…
“Şiirsel gerçekçilik” içinde, uyuşmazlıkları ortadan kaldırmanın hiçbir anlamı ya da önemi yoktur, günümüz siyasi anlayışının tam tersine… Efendilerle kölelerin uzlaşabilmesi ne kadar mümkün olabilir ki? Uzlaşma ve uyuşma gibi gözüken her şeyin, gerçekte gücü elinde bulunduranın bir illüzyonu olduğu, günümüz radikal politik hareketlerinin ortak görüşü haline gelmesi, onları egemen güçlerin politik görüşünden ayıran temel özelliklerden en önemli olanıdır. Politika, uyuşmazlıklarla vardır ve “şiirsel gerçekçilik”, var olan uyuşmazlıkların “sosyal varlıkların oluşturucu tutkularından ortaya çıktığı” gerçeğinden hareket ederek, bu “tutkuların ortak yayılımı”na dikkat çeker.
İşte benim umudum, “sosyal varlıkların oluşturucu tutkuları”nda gizli… Efendilerle kölelerin gerçekte uzlaşamayacak oluşları, birgün kölesiz efendilerin de olabileceği anlamına geliyor çünkü. Tıpkı solu liberalizme uzlaştırmaya çalışarak “liberal-sol”, devletle uzlaştırmaya çalışarak “devletçi-sol”, milliyetçilikle uzlaştırmaya çalışarak “ulusalcı-sol”, dincilikle uzlaştırmaya çalışarak “yeşil-sol” yaratmaya çalışanların yaşadığı hezimet gibi… “Şiirsel gerçekçilik”, ezilenlerin kendi kendilerinin sözcüleri ve eylemcileri olması sayesinde doğan küreselleşme karşıtı hareketlerde buluyor karşılığını. Yani Spinozacı manada, dünyanın ancak “şiirsel gerçekçilik” tarafından yeniden yaratılacağı inancıyla…
Hayalet Avcıları
12 Eylül’ü, bir hayalete benzetirdim eskiden… Hani şu korku filmlerindeki, masum insanların hayatlarını kâbusa çevirmek için elinden geleni yapan hayaletler vardır ya, işte onlara… Ama bu benzetme, bugünlerde gerçeğe dönüşmeye başladı benim için. Özellikle 12 Eylül günü yaklaştıkça, gördüğüm, okuduğum, duyduğum her şeyde bu hayaletin izlerine rastlar oldum. Televizyonda konuşan bir politikacıyı izlerken, birden o politikacının yüzü canavara dönüşebiliyor örneğin ya da bir köşe yazarının yazısının satır aralarından hayaletin pis kokular saçan kanlı elleri ortaya çıkıp, boğazımı sıkabiliyor öldürmek istercesine… İşin kötü tarafı, bu hayaletin, geçen zaman içerisinde, değişen koşullara kolayca uyum sağlayan virüsler gibi davranabilmesi… İşkencecilerin, bu sayede demokrat geçinen politikacılara dönüşebilmesini başka türlü açıklamak mümkün olmasa gerek. Ama bu hayalet, emin olun ki, siyasi ve sosyal kültürel yapımızın dokularına öyle bir sinmiş ve kendisini öyle kamufle etmiş ki, onu kazıyıp yok etmek için sistemli ve örgütlü bir mücadele dışında başka bir seçeneğimiz yok…
Birer hayalet avcısına dönüşerek, onları hayalet kutularına kapatamasak bile, en azından deşifre ederek, masum insanları onların şerrinden koruyabiliriz belki…
Trenin penceresinden uzayıp giden dağlara, ovalara bakarken, düne göre daha umutlu hissediyordum kendimi... Gözlerimi kapatınca, bir köy yolunda tesadüfen karşılaştığım yaşlı bir Yörük kadınının, sihirli bir haritayı andıran elleri canlanıyordu gözümün önünde… Her kıvrımının sihirli bir şeyler anlattığı o ellere bakarak, bu toprakların geleceğini görebiliyordum çünkü… Ve gördüğüm şeyler, o Yörük kadının yaşadığı tüm zorluklara rağmen neşeli ve hayat dolu oluşu gibi, pırıl pırıl akıyordu hayatın içine… O ellerden bakınca, çok uzak değildi dünyanın “yeniden” yaratılması…
Hem de bu defa işin içine ne Tanrı’yı, ne de devleti katarak…
Bülent Usta (Birgün gazetesi, 9 Eylül 2009)