ABİLER ve CENAZELER
Posted: 25 Kasım 2009 Çarşamba by bülent usta inCamus’nün naaşını, Panthéon’a taşıma tartışmaları yaşanıyor bugünlerde Fransa’da. Halk desteğini yavaş yavaş yitiren Sarkozy’nin Camus’nün naaşı üzerinden siyaset yaptığı iddia ediliyor. Tıpkı bizde vatandaşlıktan çıkarılan Nâzım Hikmet’e AKP hükümeti tarafından vatandaşlık hakkının geri verilmesi gibi. Camus’nün ölümünün 50. yıldönümünde, mezarı Panthéon’a taşınacak mı bilemiyorum ama, oğlu Jean Camus, varoluşçu ve anti-otoriter bir yazar olan babasının debdebeli bir törenle yeniden gömülmesi fikrine karşı çıkıyor. Üstelik, şan ve şerefi küçümseyen birisi için, devlet töreni düzenlenmesinin tiksindirici olduğunu da eklemeden edemiyor. Albert Camus, gerçekten de şan ve şeref gibi şeylerden nefret etmiş bir yazar. Üstelik devlet denilen örgütlenme biçiminin bireyin varoluşu için aşılması gereken büyük bir engel olduğunu da dile getirmiş bir isim...
Aklıma Ece Ayhan’ın cenaze töreni geldi, Camus tartışmalarını okurken. Onun cenazesine de, sınırlı da olsa devlet erkânından kişiler katılmış, İzmir Belediye Başkanı konuşma yapmış, zamanın başbakanı Ecevit’in de mesajı okunmuştu cenazede… Ecevit’in mesajı şöyleydi: “Ece Ayhan çağımızın büyük ozanlarındandı. Şiirleriyle gönlümüzde yaşayacaktır. Türk şiirinin bu müstesna insanına Allah'tan rahmet diliyorum”. Ecevit’in aynı zamanda bir şair olması, hatta Ece Ayhan’ın arkadaşı olması, bu ilgiyi elbette anlaşılır kılıyor. Ama bir şair ve arkadaşı olarak, Ece Ayhan’ın devlete ve şiire nasıl baktığını da biliyor olmalıydı. Ece Ayhan diyordu ya: “Şiirimiz karadır abiler”… Neden karaydı şiiri? Abiler diye seslendiği kişiler kimdi, bir düşünmek lazım.
Ya da, Nâzım’a yıllar sonra vatandaşlık hakkının geri verilmesini kutlayan siyasiler ya da şairler de, Nâzım’ın şiirini ve siyasi görüşleri yüzünden yaşadıklarını bilmiyor olabilirler miydi? Onu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yaparak, hem büyük bir utancı ortadan kaldırmak, hem de onu evcilleştirip salt Türk şiirinin ve kültürünün bir motifine dönüştürmek miydi asıl niyetleri? Yoksa amaç, Nâzım üzerinden bir mesaj mı vermekti? Bakın, bugüne kadar devletin zulmüne uğramış herkesin sözcüsü olacağız. Peki, bu mümkün müydü? Abiler, abiliklerini bırakabilir miydi? Yoksa, abilik mücadelesini kazanmış yeni abilerin, mahallede caka satmak için, önceki abilerin hışmına uğramış olanlara kol-kanat germesi gibi bir jest miydi sözkonusu olan. Böyle bir jeste Nâzım’ın ihtiyacı var mıydı? Hayalini kurduğu, uğruna hapisler yatıp acılar çektiği fikirlerine uygun bir devrim olmadan, ona bir lütuf gibi verilen bu vatandaşlık hakkı için, Nâzım yaşasaydı, ne derdi acaba? Kabul eder miydi bu lütufu?.. Ya da Albet Camus, ezilenlerin azılı bir düşmanı olan Sarkozy’nin yaptığı bu kıyağı, nasıl değerlendirirdi?
Şöyle olsaydı anlardım: Fransa’da edebiyatçılar ve Camus’nün okurları toplanıp eylem yapsa, imzalar toplasa, Fransa’nın önde gelen yazarları “Camus’nün mezarı neden Panthéon’da değil” diye açıklamalar yapıp, bunun çok gerekli olduğuna dair argümanlar geliştirseydi, belki oğlu Jean da, böyle bir tepki göstermeyecekti. Ya da Nâzım’ın vatandaşlık hakkını, Nâzım’ın hayalleri ve fikirleri uğruna mücadele edenler tartışıp, bunun çok gerekli olduğunu iddia edip harekete geçseydi, yine anlaşılabilir bir şey olacaktı. Yani mesele, ele alınan sorunun gerçek öznelerinden bağımsız hareket edilmesi ve bunun yaygın bir tavır haline getirilerek, abilerin kendi aralarındaki hesaplaşmalarda kullanılması... Tıpkı Kürt sorunu etrafında yaşadığımız tartışmalar gibi...
Tutkuların Dansı
Metis Yayınları, bugünlerde Ludwig Wittgenstein’ın “Kesinlik Üstüne – Kültür ve Değer” adlı kitabını yayımladı, Doğan Şahiner’in çevirisiyle... Aslında iki ayrı kitabın tek bir kitap halinde yayımlanması sözkonusu... “Kültür ve Değer”, Wittgenstein’ın 1951’de ölümünden sonra geride bıraktığı folyolar halindeki elyazması notlarından derlenmiş. Bu notlar sayesinde, Wittgenstein’ın sanat ve kültür üzerine fikirlerini öğrenme fırsatını yakalamış oluyoruz. Örneğin ünlü filozof, Shakespeare için şöyle diyor, bir notunda: “Shakespeare’in insan tutkularının dansını sergilediği söylenebilir. Bu sebeple nesnel olmak zorunda, aksi halde insan tutkularının dansını sergilememiş –bunlar hakkında, diyelim ki, konuşmuş- olurdu. Ama o bunları bir dans içinde gösteriyor, doğalcı bir şekilde değil.”
Shakespeare’i ölümsüz yapan da, tutkuların bu dansı değil midir zaten? Ama bizim edebiyatımızda, nesnellik denilince, tutkuların dansı anlaşılmıyor pek. Kenarda durup dans edenler hakkında konuşmayı, nesnellik zannediyorlar hâlâ.
Wittgenstein, başka bir notunda da, “Bugünlerde insanların bilimcilerin onlara bir şeyler öğretmek için; şairlerin, müzisyenlerin, vb. ise onları eğlendirmek için var olduğuna inanıyor. Berikilerin onlara öğretecek bir şeyleri olduğu hiç akıllarına gelmiyor” diyor. 1939’da Wittgenstein’ın şikayet ettiği bu durum, bugün neredeyse sanatın algılanışını tamamen ele geçirmiş gibi gözüküyor. Özellikle sanatın piyasa koşullarına göre şekillenmesiyle birlikte...
Bilim, genellikle yanıtlar peşinde, sanatsa sorular peşinde koşar... Doğru soruyu sormanın, doğru yanıtı bulmaktaki önceliğini insanlar genelde pek bilmedikleri için, böyle bir yanılgının yaşandığı kesin...
Bülent Usta (Birgün, 25 Kasım 2009)