ŞİŞKO BİR ZENCİ KADIN
Posted: 18 Kasım 2009 Çarşamba by bülent usta inÜnlü romancı Marcel Proust, 87 yıl evvel bugün, yani 18 Kasım 1922’de ölmeden önce “şişko bir zenci kadın” gördüğünü iddia etmiş. Olağanüstü yapıtlar kaleme almış, modern romanın kurucuları arasında yer alan bir yazarın şişman bir siyah kadın halüsinasyonu görmesinin ne anlama gelebileceğini düşündüm uzun uzun. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan henüz çıkan Marcel Proust ya da Bir Roman Yaratmak kitabının yazarı Mehmet Rifat, kitabın biyografi bölümünde, Proust’un bu son sözüne yer vermesinin de bir anlamı olmalıydı. Belki de tuhaflık, Proust’un ölmeden evvel böyle bir söz söylemesi ya da böyle bir halüsinasyon görmesi değil de, benim bu söze takılmış olmamdır. Neden “şişko bir zenci kadın”?..
Marcel Proust’un romanlarından Swann’ın Bir Aşkı’nı okurken (Can Yayınları’ndan çıkmıştı o yıllarda), hiç ara vermemiş ve bir roman okumanın gerçek lezzetini tüm yönleriyle tadmıştım. Beni o kitapta neyin bu kadar çektiğini, sonradan YKY tarafından yayımlanan ve 7 ciltten oluşan Kayıp Zamanın İzinde’nin tüm ciltlerini okumuş olmama rağmen, tam olarak anlamış değilim henüz. Anladığım elbette çok şey var, ama anlamadığım şey, daha lise öğrencisiyken o kitabı bir çırpıda okuyuşumdaki tutku… Mehmet Rifat’ın "Marcel Proust ya da Bir Roman Yaratmak" kitabını okurken, o ilk tutkumun kökenlerini de araştırmaya koyuldum. Sonra kitapta Proust’un Yakalanan Zaman adlı romanından alıntılanan şu cümlelere rastladım: "Gerçek hayat, nihayet keşfedilip açıklığa kavuşturulan hayat, dolayısıyla dolu dolu yaşanan tek hayat, edebiyattır. Bu hayat, bir anlamda, sanatçıda olduğu kadar her insanın içinde de her an mevcuttur. Ama çoğu insan, onu açıklığa kavuşturmaya uğraşmadığı için görmez."
Bu köşede yapmaya çalıştığım şeyin bir yönü de, edebiyatın bu özelliğinin altını çizmek oldu genellikle. Çünkü edebiyatın, edebiyatçılarımız tarafından bile yeterince ciddiye alınmadığı duygusunu almışımdır hep… Edebiyatçılar, edebiyattan çok kendilerini ciddiye alıyorlardı sanki. Ya da ciddiye aldıkları başka şeylerin bir aracıydı edebiyat… Yoksa, kendi yapıtlarına yönelik eleştirileri kişiselleştirmelerini başka türlü nasıl açıklayabiliriz ki...
Mehmet Rifat’ın bir ‘Proust Kitabı’ hazırlamasını, açıkçası uzun zamandır bekliyordum. Hem Boğaziçi’nde verdiği dersler, hem Kitap-lık ve Sanat Dünyamız gibi dergilerde yer alan Proust hakkındaki yazı ve çevirileri, bu kitabın doğuşunu adım adım yaklaştırmıştı bize. Üstelik kitabın, tam da Proust’un ölüm yıldönümüne denk gelen günlerde çıkması, gerçek bir sürpriz oldu benim için. Kitap, ‘Proust Evreni’ başlığı altında, kronolojik olarak ayrıntılı bir biyografiyle başlıyor. Mehmet Rifat, Proust’un romanda ‘kronolojik olay örgüsü’nün hâkimiyetini yıkmasına gönderme yaparak, hazırladığı biyografiye, ‘Kronolojiyi Yıkan Bir Romancının Biyo-Bibliyografyası’ adını vermiş. Tabii burada ‘biyo-bibliyografya’ kavramını kullanmasının da incelikli bir tarafı var. Bibliyografya, bildiğiniz gibi ‘bir konu hakkındaki yayınların tamamı’ anlamına geliyor. Yani, biyografiden tamamen farklı. Rifat, ‘biyo-bibliyografya’ diyerek, Proust’un yaşamını ve eserlerini birbirinden ayrı değerlendirmenin imkânsızlığını göstermek istemiş. Gerçekten de Proust’un, tüm hayatını yedi ciltten oluşan tek bir eseri yazmaya adamış olması bir yana, bu eser, kendi hayatının bir yansıması da… Daha doğrusu, Mehmet Rifat’ın tabiriyle yazdığı bu eserlerle bir ‘Proust Evreni’ yaratmış yazar. Tıpkı tüm ihtişamıyla duran ‘Balzac Evreni’ gibi…
‘Proust Evreni’ bölümünde biyo-bibliyografya dışında, ‘Kendi Anlatımıyla Marcel Proust’, ya da ressam Blanche’ın ‘Marcel Proust Portresi’ ve Proust’un roman karakterlerini ele alan yazılarla yavaş yavaş ‘Proust Evreni’ içinde bir yolculuğa çıkartıyor bizi Mehmet Rifat… Ardından ‘Proust’un Yazma Serüveni’ bölümü ve ‘Proust Albümü’nde yer alan çok özel fotoğraflarından sonra, ‘Eleştirileriyle Proust’u Yaşatanlar’da Barthes, Kristeva, Deleuze gibi düşünür ve eleştirmenlerin çalışmaları ve tespitlerine dair kısa yorumlar karşılıyor bizi. ‘Bir Tanıklık’ bölümünde, Proust’un en yakınındaki kişi olan hizmetçisi Céleste Albaret’le yapılan söyleşi ve yapıtlarından oluşan alıntılarla tamamlanıyor kitap. Ve elbette, Mehmet Rifat’ın titiz çalışmasının bir ürünü olan ‘Kaynakça’ ve ‘Özel Adlar Dizini’de, Proust hakkında çalışma yapacak olanlar için bulunmaz bir fırsat sunuyor.
Mehmet Rifat’ın, Proust’un anlatısına ve dünyasına dair yaptığı incelikli analizler ve keşfettiği ipuçlarını burada tek tek sıralamak kitabın sürprizini bozabilir. Ama romanlardaki anlatıcı ile karakterler arasındaki ilişki ve Proust’un romanlarını bir elbise diker gibi oluşturmasının arka planını okumak, sanırım roman türüyle ilgilenenler için keyifli bir okuma ve keşif süreci olacaktır.
Yazımın başındaki ‘şişko bir zenci kadın’ muammasına dönmek istiyorum. Neden şişko bir zenci kadın? Bu halüsinasyonu düşünürken, aklıma ‘Six Feet Under’ adlı TV dizisindeki bir sahne geldi. Dizinin kahramanlarından Nathaniel, sık sık ölü babasını görür. Yine babasını görüdüğü bir gün, babası şişman bir zenci kadın ve beyaz, zayıf, solgun bir adamla Çin daması oynuyordur. O sahnede, şişman zenci kadın yaşamı, beyaz adam ise ölümü simgeliyordu. Ve yanlış anımsamıyorsam, birbirleriyle sevişiyorlardı da… Yaşamın ve ölümün sevişmesinden oluşuyordu hayat ve tabii ki edebiyat…
Proust’un gördüğü bu halüsinasyonun anlamını hiçbir zaman öğrenemeyeceğim. Ama 51 yaşında fiziksel olarak ölen bu yazarın, pek çok dilde yaşadığını ve yaşayacağını biliyorum. Hani kendisi, Rembrandt ve Vermeer gibi sanatçıları, sönseler bile aydınlatmaya devam eden gezegenlere benzetiyor ya, onun Proust gezegeni de, daha uzun süre kendisine has ışınlarıyla hayatımızı aydınlatmaya devam edecek.
Proust, sanatçının ölümsüzlüğüyle ilgili olarak Yakalanan Zaman’da şöyle yazar: "Sanat sayesinde, bir tek dünya, kendi dünyamızı göreceğimize, çeşitli dünyalar görürüz; özgün sanatçı sayısı ne kadar çoksa, bize açılan dünyaların sayısı da o kadar çoktur ve aralarındaki fark, sonsuzlukta dönüp duran dünyalar arasındaki farktan büyüktür; bu dünyalar, adı ister Rembrandt olsun, ister Vermeer, ışıklarının yayıldığı ocak söndükten asırlar sonra, hâlâ kendilerine has ışınlarını bize yansıtmaya devam ederler.”
Bülent Usta (Birgün, 18 Kasım 2009)