SAVAŞA KARŞI SANAT

Posted: 11 Kasım 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Nasıl ünlü müzik grupları AIDS ile mücadeleye destek olmak için konserler veriyorlarsa, başını Nobel ödüllü yazar Nadine Gordimer’in çektiği 21 yazar da, “Telling Tales” adıyla kendi seçtikleri öykülerden oluşan bir kitap yayımlamışlardı 2004’te.

Arthur Miller’dan Kenzaburo Oe’ye, Salman Rushdie’den Woody Allen’a kadar pek çok ünlü yazarın öyküsünün bulunduğu kitap, ÇEVBİR, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu UNFPA ve Pan Yayıncılık’ın katkılarıyla Türkiye’de “Dile Kolay” adıyla yayımlandı bugünlerde. Kitaptan elde edilecek gelir ise, AIDS’le Savaşım Derneği ASD’ye gidecek.

Bu türden çabalarda edebiyatçıların da yer alması, bana oldukça mühim geliyor. Mesela bizim edebiyatçılarımız da, Kürt sorununun konuşulduğu bugünlerde bir “Barış Öyküleri Seçkisi” ya da “Savaş Karşıtı Öyküler” seçkisi hazırlasa... Geliri, insan hakları kuruluşlarına gitse... İyi de diyeceksiniz, bir seçkiyi dolduracak kadar savaş karşıtı öykü bulabilir miyiz edebiyatımızda. “Eşik Cini” öykü dergisini çıkardığımız zamanlar, bu türden bir dosya hazırlamaya kalkışmıştık ve öykücülerimizin bu konulara yeterince eğilmediğini, doğrudan savaş karşıtlığını ele alan öykülerin edebiyatımızın en kısır alanlarından birisi olduğunu üzülerek görmüştük. Neden diye sorduğumuzdaysa, savaşarak kurulmuş bir cumhuriyetin, iki dünya savaşı ve soğuk savaşın etkisinde oluşan bir edebiyat gerçeği karşımıza çıkmıştı. Mesela Halikarnas Balıkçısı mahlazıyla tanınan Cevat Şakir’in, “Resimli Ay” dergisine asker kaçaklarını savunan bir yazı yazdığı için, İstiklal Mahkemesi’nde idamla yargılandığını, son anda cezasının sürgüne çevrilerek Bodrum’a gönderildiğini biliyor muydunuz? Şimdi biz, Cevat Şakir’den nasıl siyasi içeriği olan öyküler yazmasını bekleyebiliriz ki... O da, Bodrum’u, balıkçıları ve doğa sevgisini konu edinmiş öykülerinde doğal olarak... Nâzım Hikmet’in başına gelenleri, zaten biliyorsunuz. Askeri öğrencilerin yataklarının altından şiirleri çıktığı için, “ordu içinde kışkırtma çıkartmak istediğine” kanaat getirilerek 15 yıl hapis cezası verilmişti. Bu örnekler çoğaltılabilir... Ama savaş karşıtı öykü örneklerini çoğaltamayız. Belki bundan sonra, hem sinemada, hem edebiyatımızda savaş karşıtı ürünler, kahramanlık hikâyelerinin önüne geçebilir. Daha doğrusu, eğer sanat ve edebiyattan bahsediyorsak, geçmelidir de... Çünkü edebiyatın, ölümün karşısında hayatı savunmaması düşünülemez...

Nadine Gordimer’in Mozambik’teki bir çocuğun gözünden iç savaşın dehşetini anlattığı öyküsü, “Dile Kolay”ın en çarpıcı öykülerinden birisi... Tam anlamıyla savaş karşıtı bir öykü... Annesinin ve babasını savaşta kaybeden bir çocuğun, ninesi ve kardeşiyle birlikte yaptığı yolculuğu anlatıyor. Aklıma “Come and See” filmi geldi, öyküyü okurken. Filmde bir Rus çocuğunun gözünden 2. Dünya Savaşı’nın vahşetini, köylülerin bir kiliseye doldurulup yakılması gibi pek çok sahneyi çıplak bir biçimde gösteriyordu.

“Dile Kolay”da, oğlunu polis kurşunlarıyla kaybeden bir annenin iç dünyasına, Njabulo S. Ndebele’nin “Bir Oğul Yitirmek” adlı öyküsüyle tanık oluyoruz. Oğlunun cesedini almak için para ödeyen, yani oğlunun cesedini satın alan bir annenin öyküsünü... İnsanın aklına bu topraklara dair pek çok anı geliyor ister istemez... Irkçı Güney Afrika polisinin yaptığı şeylere bakarak, ırkçılığın aslında evrensel bir boyutunun olduğunu görüyor insan. O öyküyü, zaman-mekân ve karakterlerinin adlarını değiştirerek, pek çok kültüre ve yaşantıya uyarlamak mümkün. Ve o annenin yaşadığı acıyı, çocuğunu kaybeden her annenin yüreğinde bulmak mümkün.

İnsanın aklına şu basit soru takılıyor, bu türden filmleri izleyip öyküleri okuduktan sonra: Neden hâlâ savaşlar oluyor yeryüzünde? Neden hâlâ ordulara, silahlara ihtiyaç var? 2. Dünya Savaşı’nın vahşetini anlatan yüzlerce film, binlerce roman, şiir, öyküden sonra, neden hâlâ 3. Dünya Savaşı’nın yaşanmasından korkuyoruz, üstelik dünyanın pek çok bölgesinde, televizyonların canlı yayınladığı savaşlar sürerken?.. Bu sorunun elbette yüzlerce yanıtı var... O yanıtları, önem sırasına göre sıralamak da mümkün... Ama bu yanıtlar, yaşadığım bu şaşkınlığı azaltmıyor hiç. Bir insanın nasıl ırkçı olabildiğini hiç mi hiç anlayamıyorum örneğin. Ne kadar Adorno’nun, Serol Teber’in ya da bu konu üzerine yazan yazarların kitaplarını okusam da... Bu yüzden ırkçılığı, domuz gribine benzer bir virüs gibi düşlüyorum daha çok. Ve bu virüs, gündelik yaşamın içinde gelişip büyüyor gitgide... Bu yüzden, gündelik hayat, sanat için ihmal edilecek bir alan olmamalı hiçbir zaman.

Bu arada, bahsettiğim bu öykülere bakarak, “Dile Kolay”ın sadece savaş ve ırkçılık karşıtı öykülerden oluştuğu sanılmasın. Woody Allen’ın o hınzır öyküsü “Reddediliş”, Saramago’nun bir at-adamın etrafında kurguladığı masalsı öyküsü “Sentor” ya da Salman Rushdie’nin ezilen kadınların kurtuluşunu anlattığı “Ateş Kuşunun Yuvası” gibi, ölümün karşısında hayatı savunan ve insanlık hallerini pek çok yönden irdeleyen öykülerle dolu. Üstelik ÇEVBİR’in çok değerli çevirmenlerinin başarılı çevirileriyle, gerçek bir edebiyat zevki de sunuyor kitap...

Bülent Usta (Birgün, 11 Kasım 2009)

0 yorum: