OKUMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ
Posted: 1 Kasım 2009 Pazar by bülent usta inVirgül dergisinden bir açıklama geldi e-postama… 12 yıldır yayımlanan Virgül, kapandığını açıklıyordu editöryal bir notla. Şöyle deniyordu açıklamada: “Okumakta olduğunuz, Virgül’ün son sayısı. Ekim 1997’den beri, 12 yılı aşkın bir süredir aralıksız yayımlanmakta olan dergimiz tahmin edilebilecek ekonomik zorluklar ve dağıtım sorunları yüzünden yayın hayatını sona erdiriyor.”
Dergiciliğimizin zor günler yaşadığı bir gerçek. Hadi ilan bulmayı, internet ve televizyonun etkisiyle ya da siyasi ve sosyal gerekçelerle yaşanan okur kaybını bir köşeye bırakalım, dağıtım sorunu gibi devasa bir sorunla baş etmek zorunda kalıyor dergiler. Bu sorunu dergilerin kendi başına aşması zor. Bir araya gelip aşmaları da, teoride mümkün, pratikte imkânsız. Özellikle kültür-sanat dergilerinin dağıtımında, bu sorunu aşacak çareler bulunamazsa, pek çok dergi de benzer bir kaderi paylaşacak gibi görünüyor.
‘Virgül’ün kapanması, evet içimi kararttı biraz. Düşünce dünyamızın bir damarı daha eksildi. Çünkü düşünce dünyası denilen şeyin nefes aldığı, kendini yarattığı mecraların başında gelir dergiler. Üniversite öğrencilerinin bile düzenli olarak, ilgi alanlarına uygun dergileri yeterince takip etmediğini düşünürsek, nerede hata yapıldığına dair pek çok soru uyanabilir zihnimizde. Hatta üniversitelerde ders veren hocaların arasında bile, evine hiç aylık dergi almayanlar var. Sadece gazete ve kitap okumak, bir entelektüel için yeterli bir okuma faaliyeti olamaz. Böyle şeyler söyleyince, dergileri suçlayanlara da rastlayabiliyorum. Nerde o eski dergiler diyerek geçmişe özlem duyanlardan, dergilerin içerik olarak yeterince zengin olamadığını söyleyerek editörlerin yetersizliğinden dem vuranlara kadar… En kötüsü, bir dergiden, olamayacağı bir şeyi talep ederek sırtını dönenler… Mesela ‘Varlık’ ya da ‘Kitap-lık’ gibi dergileri, yeterince siyasi, güncel ya da avangard olmamakla suçlayabiliyorlar. Böyle durumlarda benim yanıtım, o bahsettiğin avangard dergiyi sen çıkar oluyor. Çünkü bu dergilerin uzun yıllara dayanan bir geçmişleri, edebiyat anlayışları var ve üstelik kendilerini merkezde tanımlıyorlar. Ama bu durum, onların zaman zaman avangard ya da siyasi boyutu olan dosyalar hazırlamasına da engel olmuyor. ‘Varlık’ dergisi son sayısında ‘Cumartesi Anneleri’ni ele almıştı örneğin. ‘Kitap-lık’ta da Barthes gibi düşünürleri ele alan kapsamlı dosyalara, deneysel öykülere ya da avangard özellikler taşıyan yazılara rastlayabiliyoruz. Ama bu, onların her kesimden okurun ihtiyacını karşıladığı anlamına da gelmez elbette. Üstelik, kendim de bir derginin editörü olduğum için biliyorum ki, hazırlanan her sayı, her zaman aynı zenginliğe sahip olmaz. Ama bu, o derginin önemini ve düşünce dünyamıza kazandırdığı şeyleri de azaltmaz…
Bir diğer eleştiri de, dergi ve kitapların, hatta gazetelerin fiyatlarının yüksekliği meselesi… Cep telefonu ya da başka bir şeye yapılan harcamalar göze batmazken, dergi ve kitaba harcanan paralar, nedense göze batabiliyor. Okumanın bir lüks olarak algılanması, acı bir şey gerçekten de… Okumanın, yemek yemek gibi bir ihtiyaç olduğu anlaşılmadığı sürece de, hayat sıradanlaşmaya devam edecek…
Roman Neyin Çöplüğü?
Konu dergilerden açılmışken, ‘Kitap-lık’ın 131. sayısında, Gürgenç Korkmazel’in ‘Şiir ve Öykünün Çöplüğüdür Roman’ adlı bir yazısı var. Bir romancı olarak, sadece bu başlık bile, yazıya itiraz etmem için yeterli. Ama yazının sonuna doğru yer alan “aslında roman, doğayı yok eden bir sistemle, kapitalizmle başlayan bir şey ve onun bir parçası” sözü, herhalde şaka yapıyor diye düşünmeme neden oldu. Nasıl yani, anti-kapitalist olmak için roman okumamak mı gerekiyor? Özellikle, ‘şairler, gazeteciler, öğretmenler, beş on roman okumuş, eli kalem tutan herkes roman yazmaya soyunuyor artık’ yargısına gülümsemeden edemedim. Evet doğru, roman yazanların sayısında bir artış var. Ama halihazırda yüz elliyi bulan şiir dergisi ve şair bolluğunu düşününce, yazarın bu yargısı hava da kalmıyor mu acaba? Bu topraklarda şiir mi daha çok yazılıyor, roman mı? Ayrıca yazılmasında ne sakınca var… Yazılanlara süzgeçlik yapacak bir eleştiri ortamının var olup olmadığı, çok daha mühim bir mesele değil mi?
Bir de şu var: Yazar, kime denir? Hani, birileri küçümser ya, o da yazar mı, şair mi diye? Sanki bir kutsallık atfedilir yazar ya da şair olmaya… Barthes’ın tabiriyle “Yazar, yazar olmak isteyen kişiye denir.” Yine Barthes’ın dediği gibi, “Yazarı tüketen toplum, tasarıyı iççağrıya, dil çalışmasını yazın yeteneğine, uygulayımı sanata dönüştürür” ki, yazarlık ve yazarın ürettiği yapıtın ilahi değil de bir tasarım ürünü olduğu gözden kaçırılmış olur. Aslında bu, toplumun sanat ve sanatçıya yüklediği anlamla, o anlama duyduğu ihtiyaçla ilgili bir durum. Yoksa, insan edebiyatçı ya da sanatçı olarak doğmaz, yaygın kanının aksine. Ve sanat, yaşanan zamandan, sistemden ve toplumdan bağımsız, başka ‘oluş’a ait de değildir.
31 Ekim-8 Kasım tarihleri arasında İstanbul Kitap Fuarı’nda pek çok yayınevi, yazar ve okur bir araya gelecek. Yüz binlerce kitabın devasa bir alanda sergilendiği böylesine büyük bir etkinlik, kitap tutkunları için, bir tür cennet olsa gerek.
Okumanın, yemek yemek gibi bir ihtiyaç olduğu günlerin özlemiyle…
Bülent Usta (Birgün, 28 Ekim 2009)