Metafizik Acı
Posted: 5 Şubat 2014 Çarşamba by bülent usta in
0
Sanki İvam’ın dönmesini beklermiş
gibi, geldiğinin ikinci günü hastalanıp yataklara düştüm. Hasta olmamın
nedenini iş yerindeki klimanın üzerine atmış olsam da, Sivas Katliamı’nın
yıldönümü yaklaşırken hastalanmam tesadüf değildi sanki. Aradan 19 yıl geçmişti
ve geçen her yıl Madımak Oteli’nden yükselen alevler tenime daha bir yaklaşıyor,
canımı daha fazla yakıyordu. Başucumda iyileşmemi bekleyen sihirli bir kedi
olduğu halde, evde ateşler içinde yatarken, yüksek ateşten olsa gerek
halüsinasyonlar da gördüm bol bol. İvam’ın anlattıklarıyla, okuduğum
kitaplardan sahnelerin birbirine girdiği bu tuhaf halüsinasyonlardan birisinde,
güya evimin balkonundan kalabalık bir kitleye konuşuyor, onlara içimizdeki
boşlukla nasıl mücadele edeceğimizden bahsediyordum. İvam’ın dürtüklemesiyle
kendime geldiğimde sabaha karşı gerçekten de balkonun parmaklıklarına tutunmuş
bir halde, sadece sokaktaki kedilerden ve köpeklerden ibaret küçük bir gruba
konuştuğumu fark ettim.
İvam beni bir biçimde yatağıma
yöneltti ve üzerime battaniyeyi çekip “Sen bu aralar insanların iç dünyalarına
kafayı takmış durumdasın,” dedi. “Çünkü, ihmal ediliyor insanların iç
dünyalarında büyüyen boşluk. Dini cemaatler, kapitalizm ve ırkçılık insanların
içlerindeki o boşluktan öyle güzel faydalanıyorlar ki şaşarsın. Gittikçe
karmaşıklaşan kimlik sorunlarının temelinde yatan etkenlerden birisi de bu
boşluk duygusu. Büyük bir kesim yaşadığı hayattan memnun değil, çünkü bu
sistemde az sayıda kişi kendisini güvende hissediyor ve doğal olarak insanların
hayatta kalma çabası başat bir mesele. Kapitalizmin insanlarda yarattığı bu
kaygı da, otoriter söylemlere sahip siyasi yapıların işine yarıyor ve insanlar
kendilerini bir anda akıl dışı bir sürecin kurbanı haline getirebiliyorlar. Meseleyi
sadece hayatta kalma mücadelesine indirgemek de yanlış olur. Siegfried
Kracauer’in Metis Yayınları’ndan çıkan ‘Kitle Süsü’ adlı kitabında da dile
getirdiği gibi günümüz insanı, gündelik hayatın telaşı içinde kendi varlığını unutur
hale geldi. Anlam yoksunluğundan kaynaklı metafizik bir acı eşliğinde yaşıyor
herkes. O metafizik acı yine sistem tarafından sömürülüyor olsa da, geçici
çözümler, kullan at yaşam felsefeleri bir yere kadar işe yarıyor. Özellikle
entelektüeller için durum çok daha içinden çıkılmaz bir halde. Yetileri gereği entelektüeller
kuşkucu oldukları için, kendilerini öyle kolay kolay teslim edemiyorlar bir dış
güce. Çünkü kapitalizm, ekonomik ilişkilerin aşırılığına sıkıştırdığı
toplumları un ufak etmiş durumda. Entelektüellerin çoğu, artık bu dünyada
bağımsız ve yalnız yaşıyorlar. Bir bağdan ve temelden yoksun oldukları için,
her şeye aynı uzaklıkta ve yakınlıkta duruyor çoğu.”
İvam, hasta yatağımdaki
sayıklamalarıma müdahale ederek “Peki sence ne yapmalı metafizik acı yaşayan
insan?” diyerek zor bir soru koydu önüme. “İki yol var İvam. Birincisi, zihin
dağıtıcı şeylerin yarattığı gerçekdışı, gölgeli bir varoluşa sığınmak. İkincisi
de hakikatin peşine düşmek. Ama hakikat arayışı da kendi içinde başka yollara
ayrılıyor ve o yollar bazen birbirine zıt da olabiliyor. O yolların neler
olduğundan daha önemli olansa, sosyolojik olarak dikkate değer fikirler
üretebilme meselesi. Şu an sanatta da, siyasette de gerçeklik üzerinde etkide
bulunabilecek fikirler üretildiğini söylemek zor. Hayatın kanını kaynatacak
fikirlere, hiç bugünkü kadar ihtiyaç duyulmamıştı. O fikirleri ortaya çıkaracak
olanlar da, yanılmak dahil her şeyi göze alabilecek entelektüeller sayesinde
olacak. Ama biz şu an gölgeli bir varoluşa sığınanlarla, yanılmayı göze
alamayıp eski sınanmış fikirlere bel bağlayanlar arasında sıkışmış durumdayız.
Üstelik o fikirleri üretmek yetmez, onları taşıyacak insanlara, gruplara da
ihtiyaç var. Çünkü fikir ve grup arasındaki ilişki birbirini tamamlayan bir
niteliğe sahip. Sen istediğin kadar fikir üret, o fikri taşıyacak ve o fikrin
niteliğine uygun bir grup yoksa, gerçekliğe bir etkide bulunaman zor.”
Hasta yatağımda sayıklarcasına
konuşurken yorulmuş, sessizliğin içine çekilip uyumayı düşünüyordum ki, telefon
çalmaya başladı. Bu saatte kim arıyor merakıyla tam telefonu açacakken İvam
yerinden fırlayıp “Açma telefonu,” diye miyavladı. Muhtemelen üçüncü kulağıyla
telefonu açmadan arayan kişinin kim olduğunu anlamıştı. “Kim arıyor ki, açmamam
gerektiğini düşünüyorsun?” “O kız arıyor” dedi İvam, “hani şu trendeki
kız.” Hatırladım İvam öyle söyleyince.
Bir tren yolculuğu sırasında tanışmıştım onunla. Kış olmasına rağmen üzerinde
yazlık bir giysi olduğunu ve trenlerde yolculuk ederek kaybettiği birisini
aradığını hatırlıyordum. Akıl sağlığı yerinde değildi o zamanlar, denilenlere
göre ağır işkenceler görmüştü. Yıllar sonra, 2008 1 Mayısı’nda karşılaşmıştık
tekrar ve orada da gaz bombalarının yaydığı sisin içinde kaybettiği kişiyi
aramaya devam etmişti. O bitmeyen arayıştan bahsetmiştim yazılarımın birinde.
Ama İvam’ın neden onunla konuşmama engel olduğunu anlamamıştım. Telefon ısrarla
çalmaya devam ediyordu ve daha fazla dayanamayıp telefonu açtım.
Haftaya o gizemli misafirimle
balıkçılar kahvesinde buluşacağız…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 4 Temmuz 2012)