Sönmeyen Yangınlar
Posted: 5 Şubat 2014 Çarşamba by bülent usta in
0
Devlet kendisi için vardır sadece, bireyleri önemsemez.
Devlet, bireylerin vatandaş olarak kullanım değerine bakar. Mahkûmların
kullanım değeri düşüktür onun için. 19 Aralık 2000 tarihinde yaşanan “Hayata
Dönüş Operasyonu”nu hatırlamak bile yeterli. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami
Türk, koğuşlardan kalaşnikofla ateş açıldı demiş, Adli Tıp raporuna göreyse
koğuşlardan ateş edilmediği ama müdahale sırasında koğuşlara öldürücü dozun
üzerinde gaz sıkıldığı, atılan gaz bombaları yüzünden boğularak ya da yanarak
onlarca gencecik insanı hayatını kaybetmişti. 12 yıl sonra, Urfa Cezaevi’nde çıkan
isyanda 13 mahpus öldü ve Adalet Bakanlığı’nın her şey kontrol altında
açıklamalarına rağmen, Urfa Cezaevi’ndeki yangının alevleri başka cezaevlerini
de tutuşturmuş durumda. Orman yangını söndürür gibi cezaevlerindeki yangınları
söndüreceğini sanan, cezaevlerinin bulundukları illerin ekonomisi için önemli
olduğunu söyleyip yeni cezaevlerinin yapılacağını müjdeleyen ve ekonomik
kalkınmaya cezaevi yaparak hız vermeyi planlayan demokrasi şampiyonu hükümetimizle
ne kadar gurur duysak az…
Devlet, “sahip olduğu bireyler”den çalışmasını, üremesini, tüketmesini,
ihtiyaç olduğunda ölmesini ister. Bizdeki devlet anlayışı yüzyıllardır böyle. Başbakan
çıkıp kadınlara “çocuk doğurun” diye telkinde bulunuyor mesela açık açık. Çünkü
devleti çalışarak, tüketerek, ölerek güçlendirecek insanlara ihtiyaç duyuyor. İşin
ilginç tarafı, bu klasik “devlet aklı” içimize öyle bir yerleşmiş ki, çoğu kişi
devletin bireyler karşısında takındığı bu tavrı sorgulamaya bile gerek duymuyor.
Hani kendilerine liberal, neoliberal gibi sıfatlar yakıştıranlar bile, karşı
olduklarını söyledikleri “devlet aklı”yla düşünmeye devam ediyorlar ki, bu noktada
ulusalcılardan, devletçilerden pek farkları olmadığını görebiliyoruz.
Televizyonlar ve gazeteler devlete akıl verenlerle dolu, ama
konuştukları dil bile, bana çoğu zaman anlaşılmaz geliyor. Ancak Foucault gibi
düşünürler sayesinde, onların konuştuğu dili, “devlet aklı”nın neye benzediğini
ve ne işe yaradığını anlayabiliyorum. Yüzyıllardır süren ve insanlığa korkunç
acılar yaşatmış bir oyunun aktörü olmaya bu kadar hevesli oluşlarına
şaşırmıyorum elbette, güç ve iktidar arzusu öylesine kök salmış ki içlerinde… Mesela cezaevlerindeki isyanla ilgili olarak,
hükümeti yeterince önlem almamakla suçlayıp cezaevlerinin özelleştirilmesini
bile savunabilirler. Bianet’teki Mine Şirin’in yazısına göre 1997 yılından beri
konuşulan bir konu zaten cezaevlerinin özelleştirilmesi. Hatta Mine Şirin yazısında
İTO Meclis üyesi Mithat Ünlü’nün yaptığı bir konuşmaya da yer vermiş:"Ya
hapishaneler fabrikaların bahçesine, ya da fabrikaların makinelerini
hapishanelerin bahçesine taşımalıyız. Hapishaneye katil giren vatandaş katil
çıkmamalı... Bugün ABD'de örnekleri var. Bilançoları açıklanmayan ama en yüksek
kâr eden bu tür hapishane fabrikalarıdır.” Foucault demiyor muydu, tımarhane,
hapishane, fabrika, kışla gibi yapılar benzer aygıtlardır ve aynı iktidar sistemine
hizmet ederler. İnsanın bedenini, varlığını ve zamanını işgücüne dönüştürerek
kullanmak içindir bu aygıtlar. Kreşten ve okuldan alıp kışladan geçirdiği
insanları, “ya fabrikaya gidersin, ya da hapishaneye veya tımarhaneye düşersin”
tehdidiyle hizaya sokup, sonunda da mezara ya da düşkünler evine bırakan bu
iktidar sisteminin daha iyi işlemesi için devlete akıl verenlerin konuştuğu dil,
bu yüzden anlaşılmaz geliyor bana. Aydınlar ve sanatçılar, devlet aklıyla
düşünmeyi bırakıp, Roboski’de bombalanarak ya da Urfa’da yanarak ölenler için
ezilenlerle birlikte düşünerek ve başka bir akıl inşa ederek dünyayı
sevdiklerini gösterebilirler ancak.
Foucault, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ve seçme yazılardan
oluşan “Büyük Kapatılma” adlı kitabında şöyle sesleniyor, içi dünya sevgisiyle
dolu olanlara: “Cezaevi sistemi, yani insanları, özel gözetleme koşullarında,
kapalı binalarda, ıslah edilinceye kadar –en azından bu varsayılmaktadır-
kapalı tutmaktan oluşan sistem tamamen yenilgiye uğramıştır. Bu sistem, daha geniş
ve daha karmaşık bir sistemin parçasıdır ve buna cezalandırma sistemi
diyebiliriz: Çocuklar cezalandırılır, öğrenciler cezalandırılır, işçiler
cezalandırlır, askerler cezalandırılır. Hasılı, herkes bütün yaşamı boyunca 19.
yy’dakinden farklı şeyler için cezalandırılır. Cezalandırıcı bir sistemde
yaşıyoruz. Tartışılması gereken budur.” Tartışılması gereken, cezaevlerini
fabrikalara dönüştürmek ya da daha yüksek güvenlikli cezaevleri inşa etmek
değil. Tartışılması gereken, yaşamımıza derinlemesine işleyen bu iktidar
sistemi ve bu iktidar sisteminden kurtulmamız için ezilenlerin nasıl
örgütleneceği… İtfaiyenin yangınları söndürdük açıklamasına bakmayın, ne
Haydarpaşa Garı’ndaki, ne Cunda’daki, ne Heybeliada’daki ne de cezaevlerindeki
yangın aslında hiç sönmedi, yanmaya devam ediyor…