Kendine Tuzak
Posted: 5 Şubat 2014 Çarşamba by bülent usta in
0
Balıkçılar Kahvesi’nde üç kulaklı
bir kedi olan dostum İvam’la oturmuş, aradan yıllar geçse de, bir kış günü
trenle Kayseri’den Ankara’ya giderken üzerinde yazlık bir elbiseyle yolculuk
yapan o genç kadını neden unutamadığımı düşünüyordum. 90’lı yılların
karanlığını düşünürken, öncelikle aklıma o geliyordu. Sanki o yıllarda, onun
gibi kaybolmuştum ben de, pek çok kuşakdaşım gibi. Aradan yıllar geçip de, bu
defa onu 2008 1 Mayısı’nda görünce, öyle büyük bir heyecana kapılmıştım ki,
gazetedeki köşemde ondan ve onun geçen yıllara rağmen bitmek bilmeyen
arayışından bahsetmiştim. Hatta onunla Taksim Meydanı’nda, atılan gaz bombaları
arasında bulmak istediği kişiyi aramış ve “tek tek insanların yüzlerine bakarken, tıpkı onun gibi herkesin birisini
arıyor olduğunu” görmüş ve şaşırmıştım.
İvam, onunla görüşmemi istemiyordu, çünkü benim de onun gibi kaybolacağım
konusunda endişeliydi. Çünkü onu hep içimdeki boşlukla birlikte
hatırlıyormuşum. Bir trene atlayıp gidebilirmişim buralardan ama bunu
istemiyormuş, çünkü daha yapmam gerekenleri yapmamışım. Bir kedi tarafından
korunup kollanıyor olmaktan kendi adıma hoşnut olsam da, trendeki kızın benimle
neden görüşmek istediğini öğrenmekten kendimi alamamıştım yine de. Belki de
aradığını bulmuş ve bana söylemeye gelmişti, kim bilir...
Tam Osman Abi’den çay istiyordum ki, trendeki kız kahvenin kapısında
belirdi. Üzerinde onu ilk gördüğüm zamandakine benzer mavi bir elbise vardı ve
uzun siyah saçlarını başının üstünde topuz yapmıştı. El sıkışmadık, sadece
başımızla birbirimize selam vermekle yetindik, o kadar. Bana “Geldiğin için
teşekkür ederim,” dedi. İvam’ı göremiyordu, çünkü İvam dışarı çıkınca kendini
görünmezleştiriyordu, dikkat çekmemek için. “Seni gördüğüme sevindim. Ama beni
neden görmek istediğini merak ettim doğrusu. Yoksa aradığını buldun mu
sonunda?” Ben öyle deyince güldü trendeki kız. “Bu arada, senin adını sormayı
hiç akıl edemedim bugüne kadar.” “Sormuştun” dedi bana “ama söylememiştim. Bana
Frida diyebilirsin, illa bir isimle anmak istiyorsan.” “Frida mı? Hani şu
ressam gibi mi?” “Aklıma onun adı geldi. Seni görmek istememin nedeni, sana
biraz saçma gelebilir: Seni rüyamda gördüm. Hatta telefon ettiğim o gece
görmüştüm seni rüyamda. Önce önemsemedim ama rüyamdan seni haberdar etmeden de
duramadım.” Ona rüyasını merak ettiğimi söylememe gerek kalmadan anlatmaya
devam etti: “Birlikte tren yolculuğu yapıyorduk. Nereye, niçin gittiğimizi
bilmiyorum. Bir yandan konuşuyorduk seninle. Bana diyordun ki, kötü şeyler
olacak, hem de çok kötü şeyler. Ben de sana nasıl kötü şeyler diye sordum.
Dedin ki bana, herkes Melville’in Moby Dick romanındaki o tayfa gibi geminin
güvertesinden okyanusa düşmüş durumda. Romanda gemi onu fark etmeyip devam ediyordu yola. Sonradan
geri dönüp düşen denizciyi aldıklarındaysa, sonsuz gibi gözüken okyanusun
boşluğu içinde bir süre kaldıktan sonra denizcinin aklını yitirmiş olduğunu
görüyorlardı. İşte şimdi okyanusun
üzerinde suyun üstünde kalmaya çalışan milyarlarca kafa var. Birbirleriyle
konuşmaya çalışan ama sesini birbirine duyuramayan milyarlarca kafa. Sonra dedin ki bana, dikkatli olmalısın.
Herkes kendisine tuzak kurmakla meşgul. Sistem tuzak kurmuyor, kurduruyor. Bir
insana en iyi tuzağı, yine o insanın kendisi kurar. İşte böyle şeyler söyledin.
Sözlerin uyandıktan sonra aklımdan çıkmadı. Seni bu yüzden görmek istedim.”
Frida’nın rüyasına şaşırmıştım çok. Ama ona rüyasında söylediğim şeyler,
tam da benim söyleyebileceğim şeylerdi. Hatta son zamanlarda içsel boşluk
üzerine düşünürken aklıma gelen imgelerden birisiydi okyanus. Aklımdan
geçirdiğim şeyleri, kendisine Frida diyebileceğimi söyleyen trendeki o kızdan
duyuyor olmak inanılmaz geldi bana o an. “İyi ama” dedim ona “neden rüyanı
anlatmak için beni görmek istedin.” “Çünkü,” dedi Frida, “o rüyada başka şeyler
de oldu. Beni görünce sorduğun ilk soru aradığını buldun mu olmuştu hatırlarsan.
O rüya etkili oldu bulmamda. Sana belki sıradan gelecek ama, yıllardır kendimi
aradığımı fark ettim. Tamam birisi vardı aklımda, onu arıyordum. Ama niye o
diye düşündüm sonra. Niye başkasını değil de onu?” Şaşırdığımı görünce gülmekten
kendini alamadı Frida. “İşkencede kaybettiğim şey, benliğimmiş. Ama insanın
benliğini kaybetmesi için illa işkence görmesi gerekmiyor. Evlenmek ya da âşık olmak
gibi masum şeyler de, iktidar ya da güç tutkusu gibi kirli şeyler de insanın
benliğini kaybetmesiyle sonuçlanabilir. Böyle düşündüm. Aslında uzun zamandır
düşündüğüm şeylerin bir özeti gibiydi o rüya.”
O bana rüyasını anlatınca, “trendeki kız” imgesi bir anda yok olup
gitmişti. İvam’ın neden onunla görüşmemi istemediğini daha iyi anlamıştım şimdi.
İyi olmasına çok sevinsem de, onu eskisi gibi, bir roman kahramanı gibi düşünemeyecek
oluşuma üzülmüştüm biraz. Belki de onun imgesi aracılığıyla ben de kendime
tuzak kuruyordum, bir tür yazma tuzağı... O arayışını bitirmişti, benimse yeni
başlıyordu anlaşılan.
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 11 Temmuz 2012)