Metrodaki Hayalet
Posted: 21 Mayıs 2014 Çarşamba by bülent usta in
0
Bu hafta çok yağmur yağdı. Yağmur
yağdıkça ben de içime çekildim. Pencereden ince ince yağan yağmuru izlerken,
Hasan Hüseyin’in “Tarla kuşlarına inanır / Allah’a inanmazdı” diye başlayan
şiirini mırıldandım. Hayat eğer gidilen bir yolsa, bazı şiirler, şarkılar,
kitaplar da o yolun tabelalarıydı ve yağmuru izlerken o tabelaların silik soluk
yazılarını okumaya çalışırken bulurum kendimi. İlk defa öpüştüğünüz o ânı
hatırlıyor musunuz mesela?
Aşk, önceki yüzyıllara ait, arada
bir üzerindeki örtünün aralanıp bakıldığı nostaljik bir şeymiş gibi geliyor
bana bir süredir… Yağmuru izlerken, gizlice o örtüyü aralayıp o kadın ya da
kadınların, o adam ya da adamların yerlerinde durup durmadığını merak etmiş
olabilirsiniz benim gibi. Her tür bağlanmanın, bağlılığın günümüzde hastalık
muamelesi görüyor olması değil mi zaten, aşkın üzerini örten? Mutlu olmak
istiyorsan örtmelisin içini, yoldaki o paslanmış tabelaları söküp atmalısın.
Süslü gazete ve dergilerden, süslü televizyonlardan kulağımıza sürekli
“boğulmak istemiyorsanız yüzeyde kalın”, “hiçbir şeye bağlanmayın”, “özellikle
duygusal bağlar kurmaktan kaçının” diye boşuna fısıldamıyorlar. Belki de bu
yüzden hüzne ve acıya karşı gittikçe dayanıksızlaşıyor insanlar. Yüzeyde kala
kala, derinlere dalmanın cazibesi unutturulmak isteniyor çünkü, ama zaten
sorunlar da derinliği unutmakla başlamıyor mu? Televizyonda ya da sosyal
medyada kötü bir haberle karşılaşınca gözlerini kapatıp unutmak isteyenler çoğalıyor
doğallıkla. Çünkü tanık olmanın, âşık olmanın, bağlanmanın bir sorumluluğu var.
Otomobilleri gibi konforlu olsun istiyorlar her şeyi, televizyon kanalı
değiştirir gibi olsun hayat… Sahil bölgelerinde yaz sonu, kedi ve köpeklerini
bırakıp giden insanların yaşadığı ruh hâli de böyle bir şey olsa gerek. “Kullan
at” mantığıyla yaşandıkça, dünyanın da kullanma süresi kısalıyor, mesafeler
gibi... Uzun yolculuklar yapmak yerine, kısa yolculuklarla hareket hâlinde
olmak istendiği için, o çok sayfalı kalın kitapların okunması da erteleniyor
sürekli, hayatlar da... Kısacık yaşanıyor, uzasa da insan ömrü…
Pencereden ince ince yağan yağmuru
izlerken, geçen akşam metroda gördüğüm hayaleti gördüm bir an sokakta, yağmurda
ıslanmadan başka kim yürüyebilirdi ki?.. Sizleri bilmem ama ben fallara da,
nazara da, hayaletlere de, tarla kuşlarına da inanırım çocukluğumdan beri. Aslında
çocukluğumda neysem, öyle kaldı içimde pek çok şey. Şiirlerden zırhlar
örmeseydim ruhuma, çoktan delik deşik olurdu…
Hüzünlü bir hayalet oluşu ilgimi
çekmişti ilk, çünkü simsiyah giyiniyordu ve siyah saçlarıyla yüzünü gizliyordu.
Akşam metroyla eve dönerken, uykusuz ve yorgun olduğumu fark etmiş olmalıydı
ki, elimden tutup beni yanındaki boş yere oturtmuştu. O saatlerde boş yer
bulmak mümkün olmaz genellikle, belki hayalet olduğu için bilmediğim güçleri
vardır. Teşekkür etmiştim, saçları yüzünü görmemi engellese de, elimi tutan
elin bir kadına ait olduğu belliydi. Kendisi beni yanına oturtsa da merak
etmişti neden korkmadığımı. Ben de ona “Elimi yolculardan biri tutsaydı,
korkardım” demiştim, “çünkü kimse tanımadığı birinin elinden tutmaz öyle kolay
kolay…” Hayaletlerden değil de insanlardan korkardım. “Ayakta uyuduğumu gören
biri cüzdanımı yürütebilir mesela, ama hayaletlerin parayla işi olmaz. Yoksa
olur mu?” Gülsün diye söylemiştim bunu ama hayalet oralı olmamıştı hiç. “Çok
sıkılıyorum” demişti nedense bir süre sonra, “memnuniyetsiz ve sıkıcılar çok.”
“Çünkü memnun olunacak bir hayat yaşamıyoruz” demiştim ben de. “Madem hayatından
memnun olmayan çok insan var, ne diye dünyayı memnun olacakları bir yere
dönüştürmüyorlar?” diye sormamış, “Korkuyorlar” demişti sadece. Bir hayaletin,
insanlar için “korkuyorlar” demesinden daha doğal ne olabilirdi ki? Ama neyden
korkuyorlardı? Hayaletlerden mi, birbirlerinden mi, kendilerinden mi? “Hakikatten”
demişti hayalet…
Barthes’ın “Dilin Çalışma Sesi”
adlı kitabında, demokrasi için söyledikleri gelmişti o an aklıma. İçi
tiksinmeyle, kimi zaman da şiddete yol açacak kadar düş kırıklıklarıyla dolu,
tuzaklarındaki tüm aldatmacalar herkesin gözünün önüne serildiği halde, sürü
halinde yaşamanın kutsal aracından başka bir şey olmadığını yazmıştı demokrasi
için. Burjuva demokrasisinde diyordu Barthes, ya pislik olursunuz ya da aziz…
Ve Brecht’in “Kahramana ihtiyacı olan ülke, çok mutsuz bir ülkedir” sözünü
hatırlatarak “Kim olursa olsun herkesin Lanetli ya da Kahraman olmasını”
engellemenin bir yolu olmalı diyordu. O yolun, içimizdeki tabelalarla bulunacağını
bilen iktidarlar, boşuna başvurmuyorlar yasaklar ve sansürlere… Hakikatten
uzaklaştıran duble yollar döşüyorlar içimize, gazete ve televizyonlarıyla yeni
tabelalar hazırlıyorlar durmaksızın. Unutuyorsunuz ilk defa öpüştüğünüz o ânı… Sonra
şehirleri hayaletler basıyor…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 14 Mayıs 2014)