Tereddüt Çizgileri

Posted: 28 Mayıs 2014 Çarşamba by bülent usta in
0

Güneşli günler de başladı şimdi… Sokaklara çıkıyorsunuz, akordeon çalan çocukların kutusuna bozuk para atıyorsunuz, sevgilinize çiçek alıyorsunuz, yeni bir roman çıkmış, yeni bir film gelmiş, çayınızı yudumluyorsunuz, ama bir gölge gibi peşinizi bırakmıyor o huzursuzluk... Uğur Kurt’un kucağında çocuğuyla çektirdiği fotoğrafı geliyor gözünüzün önüne, kanlar içinde yerde yatan Ayhan Yılmaz, maden ocağında ölmüş işçiler ve geride kalan çocukları… Ülkenin boynuna geçmiş bir düğüme benzeyen bu kamplaşmayı ne çözer, bir ülke intihar etmekten nasıl vazgeçer diye düşünüp duruyorsunuz. Düşünmeseniz bile, emin olun, o huzursuzluk içtiğiniz çayın tadını bozuyor, okuduğunuz kitaplardaki cümleleri çalıyor, bindiğiniz vapurlardaki martıları azaltıyor… 

İntiharda tereddüt çizgileri vardır, bileklere işlenen. Siyasi tarihi tereddüt çizgileriyle dolu bir ülkede yaşamanın yüküyle, ne yaşasanız eksik kalıyor bu yüzden. En kötüsü de, iktidarların bir şeyleri değiştiremeyeceğinize dair bir inancı, peşinizden bir gölge gibi ayrılmayan huzursuzluk ve yabancılaşmayla kabul ettirmeye çalışmaları. Ama bir bakıyorsunuz, Soma’da işçiler kazan kaldırıp sendika başkanını istifa ettirmiş, temsilcisiz doğrudan devletle muhatap olarak melankoli çukuruna düşmeden yaslarını hesap sora sora tutuyorlar. Kurumların artık işlemiyor oluşu ve siyaset sahnesinde oynanan oyunların sahteliği, halkın erkleşmesini kolaylaştırıyor. İntiharı önleyecek şey, bu yeni siyaset ve arzunun melankoliye baskın gelmesi...

Peki ya acı, acılar, acılarımız?.. Faulkner’ın “Palmiyeler” romanında yazdığı gibi, acıyla yokluk arasında acıyı tercih etmekten başka bir şansımız olmadı hiç. Tereddüt çizgilerini görmezden gelerek yaşayamayız, içimize kadar işlemişken. Sivas Yangını’ndaki insan kokulu dumanlardan kapkara olmuş ülkenin yüzüne, kanla karışık kömür tozu sıvanırken, insan düşünmeden edemiyor, daha ne kadar derine inebilir ki bir tereddüt çizgisi…

Walter Benjamin’in nefret ettiği bir şeydi “sol melankoli”, yoksulluğa karşı mücadeleyi bir tüketim nesnesine dönüştürüp, kayıtsızlığa ve kaderciliğe boyun eğdirdiği için. Ama Rojava’dan Türkiye’ye geçerken askerler tarafından vurulan 13 yaşındaki Ali’nin artık görmeyen gözleriyle içime bakınca, Gılgamış’taki başlarını önlerine eğip ağlayan Tanrılardan başka bir şey göremiyorum. Turgut Uyar “bir romanda beşinci kişi gibi” olmak diye tarif etmişti bu durumu, hüznünü bir haydudun hüznüne benzeterek.

Belki de çıkış yolumuz bu “haydut hüznün”de gizlidir. Hani biraz da kendimizin yaptığı, yani teslim olmadan ıssızlığa, Akif Kurtuluş’un “Devlet Kaç Tazı Tut” adlı şiirinde yazdığı gibi “melankoliyle coşku arasındaki dengeyi bozma”dan tarihe tanıklık etmemiz için, hepimize bir “haydut hüznü” gerekli… Hani yeri geldiği zaman küfür de edebilen, kadehi kırıp hayata kaldığı, hatta kalmadığı yerlerinden devam ettirebilen bir hüzün… Somalı işçiler, meydana çıkmayıp evlerine kapansalardı, hüzünleri haydutlaşmayacak, ölenler öldükleriyle kalacak, tuttukları yas belki de zehirli bir melankoliye dönüşecek, bir daha asla kendileri olamayacaklardı.

Edip Cansever, “Ester’in söyledikleri”ni aktardığı şiirinde, “Yalnızlığına korku vurma” diye başlar. Bu güneşli günlerde, peşimizi bir gölge gibi bırakmayan o huzursuzluk, yalnızlığımızdaki korkudan alır cesaretini. Çünkü iktidarlar, yaydıkları huzursuzluk ve yabancılaşma kadar vardırlar.


Bırakın komplo teorilerini, dış ve iç mihrakları, sadece kendiniz olarak düşünün. Her gün işyerinde, sokakta, evde ya da başka bir yerde karşılaştığınız haksızlıkları, şiddeti, tahammülsüzlüğü düşünün. Gelip geçmez hiçbir şey, ölünce de geçmez. Gezi’nin yıldönümü yaklaşırken, Gezi Parkı'nı ve gençlerin sarıldığı o ağaçları düşünün. Daha da büyüyecek o ağaçlar, kim bilir gölgelerinde kimler oturacak, daha kimler sarılacak onlara, hepimiz gideceğiz, onlar kalacak. Furuğ’un yazdığı gibi “Kuş ölür / Sen uçuşu hatırla…” Kuşanın haydut hüzünlerinizi…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 28 Mayıs 2014)

0 yorum: