"Bu bize aşktır"

Posted: 4 Haziran 2014 Çarşamba by bülent usta in
0

Günlerdir yağan siyasi bir yağmur, şehri altüst etti, dolmuşlar yüzer oldu deniz taksileri gibi. İktidar siyasete düşman olunca, yağmur bile siyasi yağıyor, yok başka bir yolu. Balıkçılar kahvesinde oturmuş, zaman zaman dolu şiddetine dönen yağmuru izliyordum. Dalgakırana çarpan dalgaların ve yağmurun sesini dinlerken, aklımın bir köşesinde Ali İsmail vardı, onu ölüme sürükleyen mekanizmanın işleyişi... Valisinden doktoruna, polisinden savcısına neredeyse bir reflekse dönüşen bu mekanizmanın krokisi, Hrant Dink davasında ortaya serilmişti. Eğer Hrant Dink cinayeti aydınlatabilse ve sorumluları cezalandırılabilseydi, Ali İsmail gibi onlarca kişi, bugün hayatta olacaktı. Tarih durmadan yazıyordu, mürekkep yerine kanla doldurarak kalemini.

Dalgakırana çarpan dalgalar, zaman zaman duvarı da aşıyordu, neredeyse kahvehaneyi alıp götürecek. Dalıp gitmişken, Cavit Abi içeri girdi sırıl sıklam, filozof balıkçımız... “Bakıyorum da yine hüzünlü şarkılar gibi hüzünlüsün” diyerek bir kahkaha attı. Dayanamaz sevdiği insanları üzgün görmeye. Ne ara Cemal Süreya okudu da, gündelik konuşmasının içine kattı o dizeleri, hiç bilmiyorum. Çünkü yıllardır bir kere olsun elinde kitap görmüşlüğüm yok. Bir defasında da, dönüp dolaşıp balıkçılar kahvesinde soluğu aldığım için, “Sen ne iş yaparsan yap, ister üniversitede hoca ol, ister ünlü bir romancı, balıkçı olarak kalmaya mahkûmsun evlat. Avlanmışsın bir kere” demişti, sanki Bilge Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi”ni okumuş gibi. Bazen, bizim bilmediğimiz bir hayatı varmış, orada Badiou gibi bir filozofmuş da, bizimle kafa bulmak için balıkçı taklidi yapıyormuş gibi geliyor bana.

“Gezi’nin yıldönümünü ya Cavit Abi, etrafımızı saran şiddeti düşünüyordum” dedim. Durdu şöyle bir, ağır bir mesele açılmışsa, konuşmadan evvel mutlaka oturur, yağmurluğunu çıkarıp oturdu yanıma. “O şiddet hep vardı be evlat, hatta bu iktidar döneminde çok daha fazla vardı, gözaltında kayıplar olmadığı için azalmış sanılıyordu, ama şiddet illa fiziksel olmaz ki, dışlayarak, yok sayarak, itibarsızlaştırarak, kuşatarak, sansürleyerek, açlık ve işsizlikle terbiye ederek, mahkeme mahkeme süründürerek de olur. Gezi’de bu şiddete yoğun olarak fiziksel olan da eklendi, korkuldukça arttı dozu” dedi.

Aynı şeyi yapmıştı yine, Metis’ten çıkan ve çeşitli yazarlara ait makalelerden oluşan “İktidarın Şiddeti”ni okumuş da, “sessiz şiddet”i tarif etmişti sanki. Kitapta siyasetin nasıl ikiliklere hapsedildiğinden bahsediliyordu. Başbakan, 12 Eylül’ün inşa ettiği siyaset sahnesinde oynamayı öyle iyi biliyordu ki, ihtiyaç duyduğu tek şeyin ikilikler olduğunun farkındaydı, ona uygun, yani siyaset karşıtı bir siyaset izledi. Laikler ile anti-laikler, sivil siyaset ile askeri siyaset taraftarları yetiyordu bu siyaset sahnesine, daha fazlasına gerek yoktu. Feministleri, Alevileri, radikal solu, hatta tüm kitleselliğine rağmen Kürt hareketini marjinalize etmek ve oyunun dışına çıkarmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Gücü iyice zayıflatılmış bir CHP, en az kendi partisi kadar lazımdı ona, istediği zaman tarihin tozlu sayfaları arasından belge çıkartıp tokatlayabildiği… Başarısız olmuş bir modernleşme projesini kendisine miras edinmiş bir siyasi partiden daha iyi rakip olamazdı. Ama o lanetledikleri sistemi, şekilsel olarak değiştirmekle yetiniyor, 12 Eylül’ün kurumlarını ve Ali İsmail’i öldüren o mekanizmayı, aynen muhafaza ediyorlardı. Olan şey sadece kalpağı çıkarıp fesi giymekten ibaretti. Ama gerçekte amaçlanan şey, neoliberalizm zehirini bu toprakların damarına enjekte etmekti. Muhafazakârlık, işlevli bir şırıngaydı zehir için, uyuşturuyordu önce. Siyasette sınıfsal olana zaten hiç yer yoktu, Cumhuriyet kurulduğundan beri; sınıfsal mücadele tüm dengeleri bozacağı için öldüresiye korkuluyordu. Siyaset sahnesinden kovmak istedikleri herkes, iktidarın hiç ummadığı bir anda, kesilmek istenen ağaçlarla özdeşlik kurarak Gezi Parkı’nda toplanmış, kendi siyaset sahnelerini yaratmışlardı.

Cavit Abi, sanki düşüncelerimi okuyormuş gibi girdi araya: “İç savaşın en yumuşatılmış hâlini yaşıyoruz evlat. Gezi’de şiddetten uzak durulması gerçekten bir şans, aksi halde çok daha fazla kan dökülürdü. Ama bu barışçıl yaklaşımın önemini kavrayamadılar, hatta bu tavrı bir zayıflık olarak görüp, üstüne üstüne gittiler. Böyle devam edemeyeceklerini onlar da biliyorlar. Gezi Parkı’nın durumu gibi, açılsa bir dert, açılmasa bir dert… Ne parktan çıkabiliyorlar, ne de ağaçları kesebiliyorlar. Tek çıkış yolu var, o da siyaset…”


Yağmur dinecek; martılar, kediler, balıkçılar yerlerini alacak; Osman Abi çayları tazeleyecek; hayat kaldığı yerden devam edecekti. Tuhaf geliyordu bana bazen akışın bu umursamazlığı… Turgut Uyar’ın dizesi geçti o an kahvenin önünden, “eririz tükeniriz, toplanır yaratırız. bu bize aşktır”… Aşk…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 4 Haziran 2014)

0 yorum: