Yarın Hava Nasıl Olacak?
Posted: 1 Mart 2014 Cumartesi by bülent usta in
0
Balıkçılar kahvesinde her şey, deniz gibi durgun bu aralar.
En son sıkı bir yağmur yağıp havayı azıcık serinletse de ortalığı, balıkçıların
yüzlerinde bir rahatlama belirtisi gözükmüyor. Kimsede yarın hava nasıl olacak
endişesi dahi yok, bırakın Suriye’yi, Kürt sorununu ya da hükümetin icraatlerini…
Sakallı buraları terk ettiğinden beri, kahvenin “bilen adam”ı olmaya soyunan
Macit Amca’ya söyledim bu gözlemimi. Macit Amca, uzun zamandır balıkçılık
yapmıyor ama balıkçılık sadece balık tutmakla ilgili bir iş olmadığı için,
sanki balığa çıkacakmış gibi sabahın erken saatlerinden itibaren kahveye gelir,
akşama kadar kahvenin en hâkim köşesine oturup tarihle ilgili kitaplar okur,
balıkçılardan denizin durumu ve balıkla ilgili bilgiler alıp onlara nasihatler
eder ve o gür sesiyle zaman zaman sağa sola küfürler savurur ya da açık saçık
fıkralar anlatır. Macit Amca, yaptığım gözleme katıldı: “Eskiden her daim
burada bir hareket olurdu, kavga gürültü eksik olmazdı. Televizyonda haberler
başladığında, herkes sandalyesini televizyona doğru çeker, arada birbirlerine
laf atarlar, sonra bir bakmışsın hep birlikte ülkeyi kurtarmaya başlamışız.
Şimdi kimsede bir heyecan yok, denizde balık olmadığı gibi. Eskiden de balığın
olmadığı günler olurdu, ama yarın bir balık sürüsüne rastlayacağına herkes
inanırdı.”
Macit Amca’yla konuşurken kahvedeki televizyonda alt yazı
olarak CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün PKK tarafından kaçırıldığına
dair bir haber geçti. Macit Amca’ya ilk defa Kürt sorunuyla ilgili
düşüncelerini sordum bu vesileyle. Bana aynen şöyle dedi Macit Amca: “Diyelim
ki, Kürt hareketi sona erdi ve bütün Kürtler, Kürt kimliğini inkâr ederek
mücadele alanlarından geri çekildi. Bu durumda, Türkiye’de insan hakları ve
demokratikleşme mücadelesine ne olurdu sence? O mücadeleyi yürütecek bir
toplumsal güç var mı ya da kaldı mı? Ben bu sorunun böyle acı ürete ürete
sürmesinden, çok basit taleplerin siyaset tarafından bu denli karmaşık bir hale
getirilmesinden rahatsızım. Ama halk odaklı değil de devlet odaklı siyaset
yapmak, zaten sorunları olduğundan daha karmaşık gösterme becerisi sayesinde
işini görmez mi? Biz, devlet odaklı siyaset yapmaktan bir türlü kurtulamadık. Şayet,
bu topraklarda Kürt sorununu çözecek bir siyaset ve irade gelişirse, aha şuraya
yazıyorum bize çözümü imkânsızmış gibi gelen pek çok sorunun da sonu gelecek.”
Macit Amca haklıydı. Kürt hareketi kendisini tasfiye etse,
geriye modernleşme yanlılarıyla muhafazakârların saf tuttuğu bir siyasi ortam
ve o ortama uygun olarak her şeyin daha bir kemikleştiği, dogmatikleştiği bir
süreç kalırdı muhtemelen. Bu da çok uzun sürmez, gerici unsurların daha da
güçlenmesiyle sonuçlanırdı. Macit Amca’yla konuşurken, aklıma Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi’nden çıkan Janet Afary ve Kevin B. Anderson’ın yazdığı
bir kitap geldi: “Foucault ve İran Devrimi”.
Kitap, daha baştan Foucault’nun tezlerindeki çelişkileri
göstermekle başlıyor işe. Güya, Foucault, “modernliğin eski büyük anlatılarının
yerine sık sık kendi üst anlatısını yerleştirmiş.” Kitap, Foucault’nun deliliği
ya da cezaevlerini ele alırken tarihi, ortaya attığı tezlerine uygun olarak
saptırdığına dair eleştirel bir okumadan geçirip, özellikle feministler
tarafından çokça eleştirilen İran Devrimi’ni destekleyen tutumunu masaya yatırıyor.
Benim ilgimi çeken bu eleştirel okumalardan çok, Foucault’nun İran’a bakışını,
dolayısıyla Arap Baharı’nı yeniden düşünmeme yardımcı olan yazıları oldu.
Foucault’nun bu kadar coşkulu bir biçimde İran’daki ulemaları destekleyişi,
devrimin sonuçlarına bakınca, üzücü gerçekten de. Ama Foucault’nun İran’ı değerlendirirken
yaptığı tespitler, Türkiye’deki modernleşme sürecini anlamak için önemli
ipuçları da veriyor. Türkiye’nin muhafazkârlaşması da, Kürt sorunu da, uygulanan
modernleşme projesinin sonuçları ya da başarısızlığıyla ilişkili değil mi?
Türkiye’de Batılılaşmacı modernleşme sürecinin İran’a göre daha dirençli
olmasının belki de tek nedeni, Türkiye’de ordunun İran’daki Şah’ın ordusuna göre
daha ideolojik oluşu. Foucault, İran’da ordunun ideolojisi olmadığından,
egemenlerini koruyup yabancı birliklerle omuz omuza verip yabancıların
imtiyazlarına bekçilik yaptığından bahsediyordu yazılarından birisinde. Türkiye
de, bu yeni süreçle birlikte ordunun ideolojiden arındırılarak, İran’da olduğu
gibi ordunun merkezi hükümetin denetimine girme sürecini yaşıyor. Yani
modernleşme süreci, bu hükümetle birlikte askıya alınmış oluyor. Türkiye’de
halkın çoğunluğu modernleşmeden memnun olmadı. Bu memnuniyetsizlik, komünizmle
mücadele, topluma aşılanmaya çalışılan milliyetçilik ve Foucault’nun Adalet
Partisi örneğini verdiği gibi Batılılaşmacı modernleşmeyle savaşma amacıyla
köylü yığınların dini inançlarına yaslanan siyasi partilerle dizginlendi bugüne
kadar. AKP, bu anlamda Adalet Partisi’nin çizgisinde, Foucault’nun sözleriyle
“CHP’nin zayıflamış Kemalizmiyle ve askeriyede, teknokratlarda, başka alanlarda
yayılmış Batılılaşmacı modernleşmeyle savaşma maksadıyla” iktidara gelmiş bir
parti değil mi? AKP’yi anlamak için, öncelikle kendi modernleşme sürecimizin
eleştirisini yapmamız mı gerekmez mi? Macit Amca, belki bir Foucault değil ama,
ilginç görüşleri var bu konuda. Kahvedeki sükûnet biraz uykusunu getirdi.
Haftaya devam edeceğiz…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 15 Ağustos 2012)