"Ağaçlar Uyuyor Daha"
Posted: 30 Temmuz 2014 Çarşamba by bülent usta in
0
Sıcaklar ve savaş ortamı bunalttıkça bunaltıyor, hiçbir şeye
şaşırmama hâli için ideal bir hava. Başka hayatlar yaşandığına, o başka
hayatların kurgusunun farklı olduğuna ikna olmak kolaylaşıyor böyle zamanlarda.
Kadınların kahkaha atmasını ayıplayan bir başbakan yardımcısına ne dense boş
mesela. Ya da solcu geçinip, hem Berkin için gözyaşı döken, hem de Berkin’i
seçim meydanlarında yuhalatanla çocuklar gibi şen top oynayanlara… Sonra aynı
kişiler, size solculuk dersi de verebilirler, ahlak dersi de; hatta sanatın
ideolojisinden bahsedip size sanat dersi bile verebilirler, çünkü güçlüdürler,
paraları ve iktidarları vardır. Hem unutulur her şey kolayca; bir film çeker,
bir kitap yazar, verir parasını manşet manşet…
Bir yandan Ortadoğu’da kan döküle döküle bir şeyler hızla
değişiyordur ve içinde olduğumuz şu sokak bile, önceki günkü sokak değildir
mesela; ama bir şey olmuyormuş gibi devam ediyordur bir yandan hayat… Turgut
Uyar’ın “kalktım ki şaşırdım / önümde pencere geride deniz / gök felaket /
ağaçlar uyuyor daha” dediği gibi…
Birinci Dünya Savaşı’na tanıklık eden Kafka, savaş
başladıktan üç ay sonra “Ceza Sömürgesi”ni yazmıştı. Kırmızı Kedi’den İlknur
Özdemir çevirisiyle çıkan kitabı yeniden okurken, bir yandan da Gazze’yle ilgili
gazete haberlerini takip ediyordum, ister istemez Gazze’yi “Ceza Sömürgesi”
içinde düşünerek. Kafka, Felice’ye yazdığı bir mektubunda dünya savaşını, “önceki
bütün savaşlardan daha fazla, bir sinir savaşı” olarak tanımlamıştı. O “sinir
savaşı”nın, Gazze’de yaşandığı haliyle geldiği noktayı Kafka görseydi, ne
düşünürdü acaba diye merak etmedim değil. Yıkıntıların arasında kitaplarını
arayan o Filistinli kız çocuğunun fotoğrafına baksaydı, “Ceza Sömürgesi”nin devamını
yazar mıydı mesela? Michael Löwy, Versus’tan çıkan “Boyun Eğmeyen Bir
Hayalperest” kitabında “Ceza Sömürgesi”yle ilgili olarak şöyle diyordu: “Kafka
eski komutanı, subayı ve aygıtı bir araya getirerek, Birinci Dünya Savaşı’nın
temel özelliğini etkileyici bir bilinç berraklığıyla kavramıştır: En arkaik,
gerici, geçmişe özlem duyan, patriarkal, sözde-dinsel ve kaba otoritarizm ile
en rafine, en modern, en doğru, en hesaplı, en rasyonel teknoloji arasındaki
çözülmez bağ, sıkı kaynaşma.”
Löwy’nin Kafka’nın öyküsüne dair yaptığı bu analizi, sadece
savaş için değil de devlet, hatta şimdiki iktidar için düşünsek, yaşadığımız
durumu anlatan en açık tarif olurdu herhalde. Geçmişe özlem duymaktan Gezi’de
tanık olduğumuz öldürücü kaba otoritarizme, sözde-dinsel tutumlardan
teknolojiye yapılan vurguya, her şey yerli yerine oturuyor. Yani Batı
uygarlığının geliştirdiği araçsal rasyonaliteyi disiplinle uygulayan bir
iktidardan beklenecek şey de “sinir savaşı”ndan başka bir şey olmayacak. İktidar,
Gezi’den sonraki seçimlerde aldığı oy oranını bile, varlık nedeni olan bu
“sinir savaşı”na borçlu. Bir şey nasıl hem “gerici”, hem de “modern” olur diye
düşünmek de faydasız, çünkü devlet denilen şey, tam da bu temeller üzerine
oturuyor dünyanın her yerinde, toplumun örgütlülüğüne göre şiddetinin oranı
değişiyor sadece.
İnsanları toplu halde depresyona sokan şey de, içeride ve
dışarıda aralıksız devam eden bu “sinir savaşı”... Depresyonun en belirgin
özelliğidir aynı “varoluşsal nakarat”ları tekrarlamak, bıkıp usanmadan. Bıkıp
usanmadan aynı şeyleri yapmanın, aynı sorulara yanıt aramanın, aynı şeyleri
söylemenin ağırlığı, “Nil admirari” denilen, o hiçbir şeye şaşırmayan bakış
açısını yaygınlaştırıyor, insana, hayata ve yarına dair derin bir karamsarlıkla…
Kazancakis’in, her sabah uyanınca pencereden gördüğü ağaçlara şaşıran Zorba’sı geliyor
aklıma böyle zamanlarda. Gezi’deki o tuhaf neşede de görmüştüm Zorba’yı… Bu
“sinir savaşı”nı yok edip hayatı depresyondan çıkaracak olan şey, varoluşsal
nakaratlarımızın katılaşmasını önleyen şiirsel enerjiden başka bir şey olmayacak
ve o şiirsel enerjiden oluşan odağı değişmiş yeni hayat tarzının tohumları,
Gezi’den bu yana içimizde, filiz vermeye çabalıyor… Turgut Uyar yazmıştı, “kuru
fasulyeler soğanlar sarmısaklar / filiz veriyor / patatesler bile / herkesin
göğsü vurur”…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 30 Temmuz 2014)