Bir Büyük Y

Posted: 30 Temmuz 2014 Çarşamba by bülent usta in
0

Uluslararası dayanışma gönüllülerinin gözü önünde İsrail askerleri tarafından bir genç vuruldu geçenlerde. Al Jazeera’nin web sitesinde yayınlandı o vurulma ânı. Yaralı genç, yardım görevlilerinin birkaç metre uzağındaydı ve kimse yanına yaklaşamıyordu vurulma korkusuyla. Sonra öldü o genç, cesedini bile alamadılar oradan… Şecaiyye’de yaşanan bu sahne, dünyanın Gazze karşısındaki tavrını da özetliyordu bir bakıma. Haberde yazılana göre, öldürülen o genç, ailesini arıyordu bombalanan mahallede, yardım istemişti gönüllülerden, yardım edemediler, cesedini bile alıp götüremediler… Yıkıntıların arasında yaralı halde yatarken, birkaç metre uzağındaki insanların yanına yaklaşamamasına şaşırmamıştı hiç, öleceği için bir panik ya da korku hâli de yoktu yüzünde. Sanki biliyordu başına gelecek olanı, biliyor ve kimseyi suçlamıyordu, zaten ailesini kaybetmişti, yıkıntıların arasında onların cesetlerine ulaşmaya çalışıyordu, belki bir parça umut…

Yardım gönüllüleriyle yıkıntıların arasında dolaşırken elinden cep telefonunu hiç düşürmemişti, ölmeden kısa bir süre evvel de cep telefonu elindeydi, hattın diğer ucunda belki sevgilisi, belki bir dostu ya da uzaktaki bir akrabası vardı; ne konuşmuşlardı acaba, son sözü ne olmuştu?

Gencin yüzüne bakarken, o topraklarda çarmıha gerilen İsa'nın yüzündeki ifadeyle benzerliğini düşündüm. Ölümü arzuluyor değildiler, ama ölüme şaşırıyor ya da ölümden korkuyor da değildiler, öyle resmedilmişti hep İsa, ölen o çocuğun yüzündeki ifadeye benzer. Paul Ricouer, “Ölüm karşısında yaşam bir büyük Y’ye dönüşür, işte ölene kadar canlı olmanın cesareti de budur” diyordu “Eleştiri ve İnanç” adlı kitabındaki bir söyleşisinde; yani ölüm karşısında bütün sınırlar silinir, perdeler kalkar… Çok uzaklardan gelen, sevmeye dair bir çağrının kendisini duyurduğunu da söylüyordu aynı söyleşide. Ama neden çok uzaklardan geliyordu o çağrı, o uzaklık mıydı yoksa yaşanan acıların nedeni?

 “Umut, ister siyasal olsun, ister dinsel, bütün anlamları kapsama yoluna girerse, o zaman şiddetin doruk noktası umudun doruk noktasıyla örtüşür” diyen Ricoeur’ün şiddet ve umut arasında kurduğu ilişkide aramalı belki de o uzaklığı. İnsanlık tarihinin asıl meselesi, bütün anlamları kapsama iddiasına sahip dini ve ya da siyasal görüşler değil mi zaten? İskenderiye Kütüphanesi’ni yakma emrini veren Halife efsanesinde, Halife bütün anlamları açıklayan bir hakikate sahip olduğuna inanıyordu; diğer bütün kitaplar o hakikati desteklemek ya da yok etmek için vardı, yani gereksizdiler. Endülüs, Müslümanlardan alındığı zaman Katolikler bütün bilim ve sanatla ilgili kitapları yakmışlardı, Amerika’yı işgal ettikleri zaman Mayalara dair her şeyi yaktıkları gibi. Onlar da o Halife gibi düşünüyorlardı, sahip oldukları hakikat her şeyi açıklıyordu. O yüzden engisizyon mahkemeleri kurdular, binlerce insanı işkence yaparak öldürmekten çekinmediler. Ama hakikate ulaşmak için yakılan o kitapların küllerinde bile işaret aramaya devam etti insanlar, vazgeçmediler. Nazilerin “dejenere” kabul ettikleri sanat eserlerini yakmasıyla, Taliban’ın Afganistan’da Buda heykellerini dinamitle havaya uçurması arasında da bir fark yoktu ve dünyanın sonunu getirecek olan da bu “kapsayıcı” yok edicilikten başka bir şey olmayacak aslında.


Belki de dünyanın sonu çoktan gelmişti, ölen o gencin gözlerinde gördüğüm şey, onun ve ölen yüzlerce çocuğun gözlerinde görebileceğimiz, hissettiğimiz o çaresizlik, dünyanın ve bu hayatın tekrarlanan sonu değilse ne? Bataille, insanlığı tanımlayan şeyin imkânsız olduğunu söylüyordu, yani sonsuza kadar öngörülemez ve kavranamaz olarak kalacağını... Eğer bir umut varsa, insanın bu imkânsızlığında aranmalı… Turgut Uyar’ın, “öyle sanıyorum her şey biter / bir doğurgan hücre ve / bir yanlışlık daima kalır” dediği şeyde…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 23 Temmuz 2014)

0 yorum: