Pudingler ve Kırmızı Hudut Taşları
Posted: 13 Temmuz 2014 Pazar by bülent usta in
0
Bazen çok uzaklardan gelmiş biri gibi hissediyorum kendimi
hayatın içinde, yabancı biri... Ethem Sarısülük’ü öldürenin cezaevine
konulduğunu öğrendiğim zaman sokaktaydım, gazetemi almış başlıklara bakarak
yürüyordum; sokakta masa açmış imza toplayan bir grup genç gördüm ve işe giden
takım elbiseli bir adamın onlara “Sizinle hemfikirim ama memurum, başım belaya
girer” dediğini duydum. Max Frisch’in günlüğünde 68’de yaşanan polis şiddetiyle
ilgili gazete haberlerini aktarışı geldi aklıma. Olaylar sırasında bir çocuk ölmüş
ve gazeteler suçu göstericilerin üzerine atmışlardı o zaman da. Sokak ortasında
acımasızca dövülen gençler, karakolda zorla saçları kesilenler... Bunlar yaşanırken
polis şiddetiyle ilgili imza kampanyaları düzenleniyordu ve az evvel tanık
olduğum gibi, pek çok kişi başlarının belaya girebileceği gerekçesiyle imza
vermeyi reddetmişlerdi. Aynı kişiler, muhtemelen Charles de Gaulle’e oy vermiş,
başlarının belaya girme ihtimalini tamamen ortadan kaldırmışlardı. O yıllardaki
duvar yazıları arasında yer alan Deleuze’ün bir sözü geldi aklıma: “Direnmek
yaratmaktır!”
“Direnmek Yaratmaktır” adında bir kitap yayımlanmıştı yıllar
evvel, Miguel Benasayag ve Florence Aubenas’ın… Versus’tan çıkan kitapta,
neoliberalizmin yalnızca bir ideoloji olmadığını anlatıyordu aktivistler,
“Kendi yaşayışımıza bakmamız yeter: Biz oyuz, o bizim içimizde” diyerek. Orwell’in
“Pudingler ya da kırmızı hudut taşları kişiliğinizin bir parçasıdır” dediği
gibi… Bu karşı olduğumuz şeyin bir parçası olduğumuz gerçeğine çare bulmadan olmaz
sanki hiçbir şey. İktidarlar da bu yüzden edebiyat ve sanattan hazzetmiyorlar
ya, içimize değil de sürekli ekrana bakarak varlığımızı unutmamız işlerine geldiği
için. Benasayag ve Aubenas’ın da bahsettiği gibi neoliberalizme karşı olmak,
insanlara televizyon izlemeyin demek gibi bir şey aslında. Televizyon orada ve
milyonlarca kişi izlemeye devam ediyor, siz ne kadar haklı şeyler söyleseniz
de... Gezi’den sonra, muhalif gazeteciler bile eleştirdikleri medyanın
televizyonlarına çıkmakta tereddüt etmediler hiç, biber gazından yaşarmış
gözlerle televizyonları izlemeye devam etti çoğunluk. Bir aradayken dayanışmak,
ağaçları kurtarmak iyiydi; alışveriş merkezlerine gidilmemeliydi; yeni bir
hayat doğuyordu; sonra herkes evine dönüp televizyonlarını açınca, eski hayat
kaldığı yerden devam etti sanki. Gerçekteyse devam etmedi, etmiyor ama yeterince
farkında değiliz bunun. Çünkü yeterince yakın değiliz kendimize, izin
verilmiyor. Arjantin’de yoksul çocuklar için canla başla mücadele edip okul
kurmuş bir kadın öğretmenin, insanların okula ilgisizliğine isyan ederek
haykırdığı sorulara vereceğimiz cevaplarda gizli, hakikatle kurduğumuz ilişki:
“Talihsizlik karşısında paçamızı kurtarmak için mi yaşıyoruz yalnızca, bir kriz
anına karşı koyabilmek için saf bir çıkar birliği mi bu? Yoksa başka değerlerle
birlikte yeni bir yaşam tarzı mı doğuyor?”
Beatniklerin ortaya çıktığı zamanı ve 68’deki edebiyatın
niteliğini düşününce, “başka değerler”in uzun zamandır bizleri beklediğini;
Gezi’de yaşanan yaratıcılığın aslında tarihsel bir temele ve anlatıya sahip
olduğunu görebiliyor insan. Italo Calvino da yazmıştı, edebiyatın tam da o
yıllarda bireyin iç alanına yönelerek ideolojik kültürün boşluk bıraktığı yerde
kendine yer açmaya çalıştığını. Kaldı mı o boşluk, bırakıldı mı bilmiyorum;
John Forrester’ın bir zamanlar Ayrıntı’dan çıkan “Hakikat Oyunları” kitabındaki
söylediklerini ya da Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” filminde insanlar arasındaki
iletişimde hakikatin kendisi kadar, ne zaman ve nasıl dile getirildiğinin önemini
ve açmazlarını görünce, karamsarlığa kapılabiliyor insan. Forrester’a göre
hakikat, yalanların ve görünüşlerin fani dünyasına karşı bâki olandan yanadır;
hayata karşı ölümün tarafındadır. Badiou’ya göre ise, mevcut durumdan,
düzenden, rutinden radikal kopuş anlamına geldiği için hayatın tarafında… Bütün
mesele, Lacan’ın birey olma koşulu olarak öne sürdüğü arzularından ödün
vermeyen insanların çoğalmasıyla ilgili aslında, öyle başlıyor direniş, aşk
gibi… “Ne yapmalı?” sorusu önemini yitirdi artık, yaparken öğreniliyor her şey…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 9 Temmuz 2014)