Ağaç altı mola
Posted: 2 Nisan 2016 Cumartesi by bülent usta in
0
Bu sabah uyanmadım, gözlerimi
açsam da gördüğüm rüyadan ayrılmadım. Rüyamda okyanus kenarındaki bir
kulübedeydim. O kulübeyi çok sık ziyaret eder olmuştum son zamanlarda. Bu defa
o da yanımdaydı, üstümüz başımız okyanus kokuyordu. Keman çalmayı öğretmişti
bana, rüyada böyle şeyler çabuk öğreniliyor. Ama nedense çaldığım kemanın
melodisi hep aynıydı, başka bir şey çalmak için ne kadar uğraşırsam uğraşayım,
aynı melodi çıkıyordu. Çaldıkça melodiyi sevmiştim, hayatım boyunca sadece o
melodiyi çalabilirdim. İçinde hüzün de olan neşeli bir melodiydi. Zamanın
durduğunu hissediyordum o melodiyi dinlerken. Zamanın da durmaya, durdurulmaya
ihtiyacı var.
Sonra bir an kemanı elimden
bırakınca yaşadığım şeyin bir rüya olduğunu fark ettim, gerçekte ne bu kulübe
vardı, ne de keman çalabiliyordum. Pencereden gördüğüm okyanus, bir seraptı.
Pencerenin önünde duruyordu ve güneş saçlarından süzülerek giriyordu içeriye.
“Peki ben rüya mıyım?” diye sordu. Ne diyebilirdim ki? Sonra “Peki sen?..”
dedi. Yüzünde yavaş yavaş bir gülümseme belirdiğinde uyanmıştım, şehirlerarası
bir otobüste başım cama dayalıydı ve doğan güneşe bakarken gülümsüyordum.
Otobüs, yar kenarındaki bir mola yerinde durdu. Hava mis gibi bahar kokuyordu, devasa ağaçlar sarmıştı her yanı. Çantamı alıp ağaç altındaki masalardan birisine oturdum. Masanın üzerine yatıp uykuma kaldığım yerden devam etmek istiyordum, kuş cıvıltıları eşliğinde.
Defterimi çıkarıp yazmaya koyulduğumda otobüs hareket etmek için
hazırlanmıştı. Muavin koşarak yanıma geldi, yazmak için burası iyiydi, “Ben
gelmiyorum” dedim, “size iyi yolculuklar…” Muavin şaşırdı, dalga geçtiğimi
düşündü, ısrar etti. Onu duyamayacak kadar rüyamdaki melodiye dalmıştım.
Mola yerindeki kafede Ahmet Kaya şarkısı çalıyordu, “Haksızlık
etmeden doğan güneşe…” Haksızlık üzerine düşünürken Italo Calvino’nun yaptığı
bir özeleştiri geldi aklıma, ilk dönem yazdığı öykülerde ahlakçı olduğundan
bahsediyordu. Zulüm dönemlerinde daha çok ahlaksal öyküler yazılırdı, karamsar bir
kuşkuculuk hâkim olurdu kaleme. “Ama yazar olumlu bir görüşe sahip olduğunda ve
düşünceleri açıklığa kavuştuğunda, simgelerin ve düşünsel geçişlerin amacı sona
erer ve ahlaksal öykü ölür” diyordu. Bugüne kadar ben de yazılarımda ahlaksal
meselelere ağırlık vermiştim, zulüm dönemindeydik, kendimi bildim bileli zulüm
dönemindeydik ve bu zulüm kolay kolay sona ermeyecekti.
Calvino, bir tercihten de bahsediyordu: “Politika benim için çok
önemli, yazının en önemli besin kaynağı. Yazında tutku ve içgüdü büyük bir rol
oynasa da, çocukluğumdan beri içimde taşıdığım öfke ve nefretler nedeniyle, ilk
olarak bugüne kadar yaptığım gibi bu çocuksu ve acımasız anlatıma yöneldim:
Askerlere ya da polislere karşı yüzlerce öykü yazmak geliyor içimden, aynı
şekilde yüzlerce yengeç ve tavşan öyküsü de yazabilirim. Ama bu bir küçük
burjuvanın içini dökmesi olarak düşünülebilir, üstelik sözünü ettiğim dar
alandan çıkmamı sağlamaz.” Calvino, yaşadığı sorunun çözümünü, bu iki şeyi aynı
anda gerçekleştirmekte bulmuştu. Takvim yapraklarının, katliam tutanakları gibi
okunduğu bu ülkede, çocukluğumdan beri içimde taşıdığım öfkeden vazgeçmem
mümkün değildi. Bu topraklarda yaşayanlar, etten kemikten değil, gerçek ve
simgesel yaralardan yapılmıştı. Bu yüzden kırılgandı kimlikler, hassas… Paul
Ricouer, “Hafıza, Tarih, Unutuş”ta, bu kırılganlığın toplumlara kurucu
şiddetten kalan lanetli bir miras olduğundan bahsediyordu.
Aşk acısı bile o mirasa dahildi, bütün yaşanmamışlıklarıyla,
hüznüyle… Sabahattin Ali, “Kürk Mantolu Madonna”da yazar ya, sevebileceği zaman
sevemeyip sonradan kaybedilen fırsatlar için üzülmeye aşk denildiğini. Julian
Barnes, “Aşk Vesaire” adlı romanında, “Aşkı mahveden şey iğrençliktir. Ve
yasalar, mal mülk, parasal kaygılar ve polis devletidir. Eğer koşullar farklı
olsa, aşk da farklı olurdu” diye yazmıştı.
Defterimi bir kenara çekip masanın üzerine yattım, ceviz ağacının
serinliğinde. Gözlerimi kapatır kapatmaz kulübeden içeriye girmem zor
olmamıştı. Okyanus kabarmıştı, dalgaların sesi dışarıdan duyuluyordu.
Pencerenin önünde kitap okuyordu, beni görünce gülümseyerek yerinden kalktı,
“Döneceğini biliyordum” dedi. Tam ona yönelmiştim ki, içeriye mola yerindeki
çaycı çocuk girdi, “Abi, ceviz ağacının altında uyunmayacağını bilmiyor musun?
Hasta olursun valla” dedi. Dalga seslerine kahkahalarımız karışmıştı. Çok uykum
vardı, uyudum…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 2 Mart 2016)