Neden barış yok?
Posted: 2 Nisan 2016 Cumartesi by bülent usta in
0
Güneş doğarken kalkıp sahile
iniyorum, yazmak için en iyi vakit, hava da biraz yumuşamışken. Çay ve simitle
kahvaltı yaparken gözüm martılara takılıyor, nasıl da olup bitene karşı
ilgisizler. Şimdi yanımda olsan, martıları savunur, onların her şeyi izlediklerini
ve anladıklarını söyler, kızardın bana. Ernesto Sabato da, doğal güçlerin zalim
ilgisizliği diye yazmıştı “Karanlıkların Efendisi”nde ve o da martıları
izlerken düşünmüştü bunu. Ne olursa olsun doğmaya devam eden güneş, yağmaya
devam eden yağmur, umursamazca uçan martılar… Asıl zalim olan doğal güçler
değil elbette, çoğunluğu oluşturan insanların ilgisizliği. Bir programı
olmayan, tek amaçları koltuklarında kalmak olan siyasetçilerin zalimliği. Ama
işte buradayız, bu ülkede, obüsler ateşlenir, kara harekâtı konuşulurken… Ben
de sahilde oturmuş, sanki bir işe yarayacakmış gibi savaş karşıtı bir yazı
yazmaya çabalıyorum. Yanımda olsan yine bana kızardın muhtemelen, yazmayı
küçümsediğim için. Yaşar Kemal’in “Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa,
şimdi en güzel şiir, barıştır” sözü bile duyulmadıysa, duyulmuyorsa… Yorgun,
ama çok yorgun bir ülke burası. Beckett, “Proust” kitabında, geçmiş geçmez,
çarpıtır, yorgunluk verir diye yazmıştı. Savaşa giriyormuşuz. Ne zaman savaşta
değildik ki? Gerçekte II. Dünya Savaşı’na da girildiğini, o yıllarda yaşamış
Egeli köylülerden süpürge tohumu yediklerini anlattıkları zaman öğrenmiştim.
Savaşa girmek, illa tepenize bomba yağması anlamına gelmiyor, süpürge tohumu
yemek de savaşa dahil. Ağıtlardan, yoksulluktan başını kaldırıp nefes alamamış
bir halk…
Geçmişten kurtulamayız, çünkü
parçamız olmuştur, lanetli bir parça, en iyi ihtimalle vücutta yaradan arta
kalan bir leke, bir iz... Tarih kitapları, birbirinin nedeni ve sonucu olan
savaşlardan, acılardan, iktidar mücadelelerinden bahseder. Sanki bütün savaşlar
ve kıyımlar, sonsuza kadar devam edecek olan bir büyük savaşın bölümleri
gibidir. Dincilik ve milliyetçilik, o yaraların kapanmasına izin vermeyen, iki
en büyük uzlaşmazlık olarak, yakasını bırakmıyor insanlığın, asıl büyük dert
olan insanın insana kulluğunun önüne kanlı bir perde çekerek. Öldürülüp
çukurlara atılanlar ve denizde boğulmaya terk edilenlerin çığlıkları, tarihin
tekerrür etmesini engellemiyor. Bauman, “Siyaset Arayışı”nda yazmıştı, özel ile
kamusal alandaki köprüler yıkıldığından beri, dünya daha yorgun, insanlar daha
çaresiz ve yalnız.
İnsanların birbirlerine güvenmedikleri, kendilerini ve
hayatı olduğu gibi görmeyi reddederek gündüzdüşleriyle bir TV dizisinin
içindeymiş gibi yaşadıkları, tek tek özel dertlerinin gerçekte toplumsal meselelerle
ve gidişatla ilgili olduğunun umursanmadığı bir karanlık çağın içinden
geçiyoruz. Peter Handke, insanlığın içinde bütün zamanlara yetecek kadar savaş
yapma malzemesi bulunduğuna inandığını yazmıştı. O malzemeyi insanların içinden
çıkartıp yok edecek fikirler, aslında uzağımızda değil. Ama o kadar uzak ki…
Bauman’ın yazdığı gibi, “kendi kendini sınırlamaya duyulan tiksintinin,
genelleşmiş uyumculuğun ve bunun sonucu olarak siyasetin önemsizleşmesinin”
ağır bir bedeli var. Bu bedel de belirsizlik ve güvensizlikten başka bir şey
değil, insanları kaygılı, korkak, yalnız, acımasız ve korkunç yapan… Yanımda
olsan, kızardın böyle şeyler yazmama. Metroda caz yapan bir grubu izlemiştik,
önünden geçen çoğu kişinin nasıl müziğin ritmine göre yürüdüğünü, hatta dans
ettiğini, yüzlerindeki ifadenin nasıl değiştiğini görüp sevinmiştik. Buydu
işte, beş on saniye dinledikleri müzik bile, bir an da olsa değiştirebiliyordu
onları, yani o kadar da zor değildi aslında. İnsanları o halleriyle çok
sevmiştik. Asıl mesele ne biliyor musun, insanlara temel soruları sorduracak
bir siyaset ve sanatın eksikliği. Haneke’nin de dediği gibi, insan bir kere
temel soruları kendine sormaya başlayınca, bugünden yarına öyle unutamaz.
Castoriadis, kendini sorgulamayı bırakmış bir uygarlıkta yaşadığımızı
söylüyordu; edebiyatından sinemasına geniş bir uzlaşmacılık içinde, sözün
değerini kaybetmesine şaşmamalı. Defterimi kapatıp martılara bakıyorum, neden
umursasınlar ki insanları… “Neden barış yok!” diye onlar mı bağıracak?