Düş dünya
Posted: 2 Nisan 2016 Cumartesi by bülent usta in
0
Trende yolculuk ediyormuşuz
gibi, başını omzuma koyup pencereden bakıyor. Neden trende olduğumuzu düşündüm?
Gitmek istediğim için mi? Nereye? Bize ait dünyayı bulmaya. Bu dünya
bütünlüğünü yitirmiş, paramparça... Haksızlıklar, insanları bireysel olarak
etkilese de harekete geçmelerine yetmiyor, sanılanın aksine bilmek ya da
farkındalık da… İnsanların çoğu, ancak başkaları da kendileriyle beraber
hareket eder, aralarında bir bağ ve ittifak kurarlarsa, bu dünyada misafir ya
da köle gibi yaşamaya son verirler. Gerçekliğe ve birbirlerine parmak uçlarıyla
bile dokunmaktan ürkerlerken…
Bir yandan, topluma deli gömleği giydirmek için, insanı hareketsiz
ve kuşkuda bırakan her şey yürürlükte, yasalar ve polis gücü, işten çıkarmalar,
yalan, iftira ve aldatmacaya hizmet eden medya... Otoriter iktidarların olduğu
her yerde, mutlaka savaş ve terör de vardır; korku ve güvensizlik olmadan
varlıklarını sürdüremezler. Bu yüzden uzlaşmaya değil, kışkırtmaya yönelik
politikalar üretirler. Toplumu ikna etmek için, ölüm-kalım savaşı içinde oldukları
yanılsaması yaratacak propagandaya boğarlar siyaseti. Her gün bir şeyleri
bahane ederek nefret söylemini dolaşıma sokarlar. Öyle bir korku iklimi
yaratılmalıdır ki, bırak harekete geçmeyi, kimse düşüncesini bile söyleyemesin.
Ağaçların kesilmesine ya da kadına yönelik şiddete karşı çıkmak dahil,
iktidarın sorumluluklarını hatırlatan her eleştiri, gerçekte karışıklık
çıkartmak isteyenlerin bahanesi olarak damgalanır.
Pencereden bakarken, Roy Anderson’ın “Du levande” filmindeki gibi evin hareket ettiğini düşlüyorum, ağaçlar, dağlar, deniz, manzaranın sürekli değiştiği… Pisarev’in dediği gibi, insan, düş görmesini sağlayan yeteneklerden mahrum olsaydı, hangi kuvvet insanı sanat, bilim ve pratik yaşam alanlarında uzun vadeli ve zahmetli gayretleri göze alıp sonuna kadar sürdürmesini sağlayabilirdi ki… Bütün mesele, düş görenin, gördüğü düşe ciddiyetle yaklaşıp yaklaşmadığı, gerçeklikle bağlar kurup yaşamına ne kattığı aslında. Bloch’un “Umut İlkesi” kitabında düşlerle ilgili sözlerindeki gibi, sendeleyen ve istismar edilebilir düşlerden kuvvetli ve sıkı düşlere kavuşarak, “henüz bilincinde olunmayan”ı, yani bize ait olan dünyayı keşfedebiliriz. Sanki bütün bu sanat olayı, o dünyayı arama serüveninden başka bir şey değil, düşlerle gerçeklerin birbirlerini yarattığı. Kracauer’in enkaza benzettiği, Badiou’nun “omurgası kırık” dediği bu çağ, sıkı düşlerden mahrum olduğu için, Kierkegaard’ın şikâyet ettiği gibi tutkusuzlaştı. Düşsüz bir siyaset, mekanik bir şeymiş gibi geliyor bana ve düşsüz bir insan programlanmış bir robot…
Adorno, “Edebiyat Yazıları”nda, Huxley’in “Cesur Yeni Dünyası”
hakkında yazarken, “milyonlarca insanın iletişim sanayiince açılmış kanallarda
akan standartlaşmış bilinci”nden, “uyanık olarak sürdürülen bir kâbus” olarak
bahseder: “İnsanlar artık sadece kartellerin sağladığı seri üretimin
tüketicileri değildir; sanki kendileri de şirketlerin mutlak egemenliği
tarafından üretilmiş, birey olmaktan çıkmıştır.” Böylesi bir toplumda birey
olmak imkânsızdır, oynanan bir rol haline gelir, dahil oldukları gruplara uygun
olarak ezberlenmiş repliklerle. Cinsellik bile, sadece fizyolojik bir
rahatlamaya, sağlığın bir parçası olarak ele alınmaya başlar ve bütün büyüsünü
kaybeder. Aşkla ilgili her şey, sevgililer günündeki hazır hediye paketleri ya
da restoranlardaki fiks menüler gibi standartlaştırılır, duygular gereksiz bir
enerji kaybı gibi görülür. Adorno, Huxley’i eleştirirken, onu ahlakın
çökmesiyle ilgili endişelerinden dolayı muhafazakârlarla aynı safta yer almakla
suçlar, ama bütün bu sürecin sonuçlarından biri de, muhafazakârlığın yükselişi
değil mi? Adorno, yazısını şu soruyla bitirir: “Toplum kendi kendisini
belirlemeyi başaracak mıdır, yoksa bütün yerküreyi içine alan bir felaket mi
yaratacaktır?”
Yanıtını bilmiyorum bu sorunun, ama pencereden görünen şey,
belirsizliklerle dolu bu dünyada umudun yerini uzun zamandır şüphenin ve
ihtiyatın aldığı. Bugün asıl zahmete değecek olan, Foucault’nun da dediği gibi,
insanın, kendi varlığını bir sanat nesnesine dönüştürmesi, Cixous’nun
Marguerite Duras için söylediği gibi, saptanamaz, ele geçirelemez bir düş
gücüyle…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 24 Şubat 2016)