Mutlu keşifleri beklerken
Posted: 2 Nisan 2016 Cumartesi by bülent usta in
0
Bitmeyen bir kış… Hiç bu kadar
ruhları titreten rüzgârların estiği bir kış olmamıştı. Sokaklar boşalmış, bomba
korkusu yaşamayan kedi ve köpekler, bir de martılar… İskelenin oraya atılmış
bir kanepeye oturup yavru bir kediyle oynarken, şehrin boşalmışlığındaki hüznü
düşünüyordum. Kalabalık halinden geriye kalan çıplak hüznü… Ülkenin bir
yarısında sokağa çıkma yasakları, diğer yarısında bomba korkusuyla sokağa
çıkamayanlar. Kucağımda yavru bir kediyle oturduğum kanepeyi, batmak üzere olan
bir geminin güvertesine benzettim o an. Ağır ağır suya gömülüyormuş gibi, hayal
kırıklıklarıyla dolu denize bakıyordum, bireysel, toplumsal, siyasal, milyon
türlü hayal kırıklığının yüzdüğü… Bu kadar çok hayal kırıklığının söylediği bir
şey olmalı, bas bas bağırsa da kimsenin duymak istemediği, duyarım
korkusuyla kulaklarını kapadığı.
Umberto Eco’nun “Yanlış Okumalar”daki demokrasinin özüne
dair sözlerini anımsadım: “Demokrasi denen şeyin ilk buyruğu: Başkaları nasıl
yapıyorsa sen de öyle yap ve çoğunluğun yasasına boyun eğ. Kendisini seçecek
yeterli sayıda insan toplaması koşuluyla, herkes resmî bir görevi elinde
tutmaya layıktır.” Hitler’in propaganda filmlerinden birisini izlemiştim daha
yeni, herkesin nasıl büyük bir coşkuyla çoğunluğun yasasına boyun eğdiğini...
Kıyafetlerinden saç traşlarına kadar her şey birbirine benziyordu, farklı
olsalar da benziyordu, dehşet dolu bir huzur içindeydiler Hitler’e bakarlarken.
“Yasadışına düşmekten inanılmaz derecede korku duyarız biz”
diyordu Umberto Eco, “Yönetimde birbirini izleyen, yasalara, özellikle de
yasaları izlemeyenlere karşı genel bir aşağılama uyandıran yasalara aşırı bağlı
olanlara boyun eğeriz…” Can güvenliğini sağlayamasa da, işsiz bıraksa da, bin
türlü belanın içine soksa da, yasal gücü elinde bulunduranların akıldışı
uygulamalarına boyun eğilirdi genellikle. Büyük Almanya idealinin nasıl büyük
bir kâbusa dönüşeceğinden habersiz, çılgınlar gibi Hitler’i alkışlayanlar,
çıldırmış birisinden ziyade ne yaptığını çok iyi bilen bir liderle karşı
karşıya olduklarına inanıyorlardı muhtemelen. Anlayacak bir şey yoktu,
anlaşılması gereken her şey televizyonlar ve gazeteler tarafından veriliyordu.
Yapılması gereken, çoğunluk ne yapıyorsa onu yapmaktı.
İnsanlar, bir işe yaradıklarını düşündükleri sürece mutluydular bu hayatta, mutsuzluklarıyla da mutluydular. Bir de, kendilerine sunulan konfora alışmış, o konforun tutsağı olmuşlarsa... Umberto Eco, yaşamaktan mutlu bu kitle insanını, akılsız, kibirli tembelliğinden koparabilir miyiz diye soruyordu aynı yazısında. Kucağımdaki yavru kediye baktım, sorunun cevabını düşünürken. “Hayır!” diyordu Eco, o insanları yerlerinde tutan oyunlar sürdükçe ve onları apaçık olan şeyi yorumlama sorumluluğundan kurtaran “paket görüşler” oldukça, hayır! Hayal kırıklıkları, bu çağı çökertecek kadar ağırlaşabilir, ağırlaşıyor… Belki de bu yüzden maskeler kişiliklerin yerini alıyor, o ağırlığı hissetmemek için bir can simidine dönüşüyor.
Denizde dalgalar çoğalmıştı, hayal kırıklığının dalgaları…
Umberto Eco, “Özgür insanın başvuracağı tek şeyin kendi köşesine, kendi
zilletine, kendi acısına çekilmek” olduğunu yazmıştı. Seni düşündüm, atlayıp
bir tekneye, sadece ikimiz, bütün hayal kırıklıklarını aşıp o adaya ulaşsak...
Belki bu yavru kediyi ve annesini de yanımıza alırdık. Nereye gidersek gidelim,
hayal kırıklıkları peşimizden gelir diyeceksin muhtemelen. İnsanların umut
ettiği ve acı çektiği her şeye inanan biri olarak, bütün bu hayal
kırıklıklarının daha önce hiç tanık olmadığımız bir cesareti ve umudu
taşıdığını söyleyeceksin ve ben susacağım. Sonra Pavese’in o çok sevdiğin
“Leuko ile Söyleşiler” adlı kitabındaki şu sözlerini tekrarlayacaksın bana:
“Havanın, gecenin getirdiği korkularla, gizemli tehditlerle, ürkütücü anılarla
dolu olduğu insanlar. Fırtınaları ya da depremleri düşün. Bu zorluk gerçek
idiyse –hiç kuşkusuz gerçekti- cesaret, umut, güçlerin, vaatlerin, buluşmaların
mutlu keşfi de gerçekti.” O mutlu keşfi kaçırmamalıyız diyeceksin. Fırtınanın
dalgaları, iskeleyi aşıyordu artık. Defterime ve yüzüme damlalar düşerken,
Pavese’in “Ölümsüz, ânı kabul edendir” sözünü yazdım son…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 23 Mart 2016)