Melekler de ağlar
Posted: 2 Nisan 2016 Cumartesi by bülent usta in
0
Sokakta bırakılmış bir ceset gibi çürüyoruz.
Oturduğumuz, yürüdüğümüz, konuştuğumuz, seviştiğimiz, uyuduğumuz her yerde…
Kalp atmayınca çürür, ama atan bir kalp de çürürmüş… Julian Barnes, “Zamanın
Gürültüsü”nde kalbi çürüten korkudan bahsediyordu: “Eğer onlara yeterince
dehşet saçarsanız, başka bir şey, azalmış ve indirgenmiş bir şey, yalnızca
hayatta kalma uzmanı oluyorlardı. Bu yüzden duyduğu şey yalnızca bir kaygı
değil, çoğu kez kaba bir korkuydu: Sevginin son günlerinin gelmiş olduğu
korkusu.” Son Ankara Katliamı’ndan sonra, içimdeki o korku daha da arttı, içine
sürüklendiğimiz dehşetin sonu gelmiyordu bir türlü.
Koruyucu meleğim karamsar şeyler yazmamı
istemiyor, özellikle bugünlerde… Bolano’nun “Tılsım” adlı romanındaki gibi
koruyucu bir melek, ama Arjantinli değil, buralı. “Tılsım”da 1968’deki bir
öğrenci isyanından ve Meksiko’daki üniversitenin tanklar ve askerlerle
işgalinden bahsediyordu Bolano. Kanlı bir işgaldir bu, öldürülen öğrenciler de
vardır. Bu işgalden kurtulan tek kişi ise, Felsefe ve Edebiyat Fakültesi’nin en
üst katındaki tuvalete saklanan bir kadın akademisyendir. Roman, o kadınla
ilgilidir, o ve onun hayali koruyucu meleği... Son zamanlarda sık sık o
akademisyen gibi hisseder oldum.
Koruyucu meleğim, en zor zamanlarımda
yanımdaydı hep. Kurtarıcı dediysem, süper kahramanlar gibi kurtarmıyordu
elbette, kurtaracak bir işareti görmeme yardımcı oluyordu sadece. Onun
varlığını, pek çok kişi gibi, başım dertteyken ve umutsuzluğa düştüğüm
zamanlarda hissederim. Aslında o da her zaman orada değildir, “Tılsım”daki
melek gibi sürekli gezinir durur, kendisine nerede ihtiyaç varsa orada. Bana
ziyareti ani oldu, beklemiyordum hiç, başımın dertte olduğunu düşünmüyordum
çünkü. Derslerimi vermiş ve hafta sonu yetiştirmem gereken işler için kendimi
eve kapatmış çalışırken belirmişti yanımda. Auxilio’nun Felsefe ve Edebiyat
Fakültesi’ne saklanması gibi iki gündür evden çıkmıyordum. Koruyucu meleklerin
yüzünü göremezsin, sadece seslerini duyarsın ve sesleri güzeldir; ama öylesine
narindirler ki, koruyan olmaktan çok asıl korunması gereken onlarmış gibi bir
his uyandırırlar insanın içinde. Üstelik ukaladırlar ve her dediklerinin
yapılmasını isterler. Sonuçta korumaları gerekiyor değil mi?
“Tılsım”da Auxilio, saklandığı tuvalette bir
tür trans durumuna giriyordu, okuduğu kitaplar, izlediği filmler, bütün hayatı
gözünün önünden geçiyor, pencereden giren ayışığının fayansları eriterek açtığı
kara deliğin içinde geleceği görüyordu. Auxilio’nun kehanetlerinden birisi
Mayakovski’nin 2150 yılına doğru yeniden popüler olacağıydı. James Joyce,
2124’te Çinli bir oğlan olarak doğacak; Thomas Mann, 2101’de Ekvadorlu bir
eczacı olarak karşımıza çıkacaktı. Daha pek çok kehanet beliriyordu gözünün
önünde Auxilio’nun, ama hep edebiyatla ilgili. Örneğin Virginia Woolf, 2076’da
Arjantinli bir roman yazarı olarak doğacaktı. Benim koruyucu meleğim, aynı şeyi
benim de yapmamı istedi, çünkü önümde “Tılsım” açıktı ve ona Auxilio’nun
koruyucu meleğiyle ilgili kısımları okuyordum. “Yalnız bir sorunumuz var”
dedim, “benim önümde açılan bir kara delik yok.” “Dikkatli bakmıyorsun” dedi,
“çünkü bakışın hep içe dönük, dışarıyı görmüyorsun.” Koruyucu melek dediğin
yeri geldiğinde azarlar. Azarı yedikten bir süre sonra, pencereden giren güneş
ışığının masanın üzerindeki gazetenin üzerine düştüğünü fark ettim. Gazetedeki
fotoğraflardan birisinde bir politikacının gözleri, korkutucu bir biçimde kara
deliklere dönüşmüştü, gerçekten korkunçtu, sanki hayata dair ne kadar iyi ve
güzel şey varsa, hepsini yutmak istiyormuş gibi bakıyordu. Koruyucu meleğim
hemen yardımıma yetişti ve dikkatimi başka bir yere çekti, mülteci bir çocuğun
gülen gözlerine.
“Ne görüyorsun?” diye sordu merakla. Ben de
Auxilio gibi edebiyatla başladım. 2150 yılında Mayakovski ile birlikte tüm
dünya Gülten Akın okuyacak dedim. Cemal Süreya, 2124’te Afrikalı bir kadın şair
olarak doğacak ve Türkiye’yi ziyaretinde Muş-Tatvan yolu üzerindeki bir kır
otelinde Turgut Uyar’la karşılaşacak. Koruyucu meleğim ciddi olmam konusunda
beni uyarınca, gerçekte gördüklerimi söyledim: “Bugün adı anılmayan, ortalıkta
gözükmeyen, kendilerini edebiyata adamış birileri kalacak geleceğe” deyip
sustum. “Evet” diyerek devam etmemi istedi. “Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirleri
başka bir bakış açısıyla yeniden yorumlanacak 2076’da ve yeni bir şiir akımının
öncüsü kabul edilecek. Kitle kültürünün tektipleştiriciliğine ve kariyerizme
direnen her kim varsa, onlar kalacak geleceğe” dedim. “Bunu görmek için kâhin
olmaya gerek yok” diyerek yine azarladı beni. Onun koruyucu değil, sorgulayıcı
ve azarlayıcı melek olduğunu söylememe kızmasına ne demeli. Gerçekte çok az
kişinin umurunda, edebiyatımıza ne olduğu ya da ne olacağı. Zaten şu an
edebiyattan daha mühim şeyler var endişelenmemiz gereken. Koruyucu meleğim,
saçını başını yoluyormuş gibi bağırdı: “Edebiyata ne oluyorsa bugün, diğer her
şeye de o oluyor!” Doğru söze ne denir. “Haklısın” dedim mahcup bir ifadeyle,
affetti hemen. “Ama” dedim, “yanlış anlamazsan bir şey sormak istiyorum.” “Sor”
dedi, sesi yumuşamış. “Acaba koruyucu meleğimi değiştirme şansım var mı? Yani
öyle bir merci?..” Gülmeye başladı. Türkiye’de koruyucu melek olmanın
zorluklarından bahsetti, o kadar zor ki işi, çünkü koruması gereken çok insan
var ve yetişemiyor. Bu yüzden gergin olduğunu söyledi: “Her şey bu ülkede göz
göre göre oluyor. İşaretler o kadar açık ve ortadaki, görmeniz için bize
ihtiyacınız yok aslında. Ama aklınız devlet aklı olmuş, gerçeklikten uzak,
rüyadaymış gibi yaşıyorsunuz” dedi.
Koruyucu meleğimin başını dizime yasladığını
hissettim. “Ağlıyor musun?” diye sordum, sesini çıkarmadı.
Bülent Usta (BirGün Gazetesi,
16 Mart 2016)