Hayata bağlanmak
Posted: 7 Şubat 2017 Salı by bülent usta in
0
Dibi boylamış olmanın mutluluğundan bahseder Ernst Bloch, “İzler”de. Çocukların okulda aldıkları notların giderek kötüleşip, felaket sahiden kapıya dayandığında tuhaf bir sarhoşluğa kapılmalarından… Darbe girişimi sonrasında yaşanan bayram havasında da böyle bir yan vardı sanki. Darbenin önlenmesi önemliydi çok, ama şartların bu hale gelmesinin hiç mi bir siyasi sorumluluğu olmayacaktı? Peki bu sorumluluk, sadece iktidar partisinin olabilir miydi, muhalefet çok mu çaba göstermişti siyaset üretmek için? Askeri darbeleri, sadece askerler mi yapardı? Darbelerin sivil uzantıları ve işbirlikçileri, geçmişte de yok muydu? Geçmişten günümüze hangi iktidar darbelerle hesaplaşmıştı, buna ihtiyaç duymuştu? Bir şeylerin değişmesi için belki de dibi boylamak gerekiyordu. Ama bulunduğumuz yer, gerçekten bir dip mi emin değilim. Sanki daha da aşağısı var.
Bir yandan da, çoktan gelmiş olanı yeni fark etmiş olmanın şaşkınlığını yaşıyorduk. Doğru düzgün fikir üretilememesi, fikir denilince demagoji ve ajitasyonun anlaşılması, irili ufaklı bütün iktidarların bastırma seferberliğinden kaynaklanıyordu. Foucault sayesinde biliyorduk ki, iktidar öyle kendiliğinden oluşmaz, sayısız iktidar ilişkisi topluma nüfuz eder, söylemin birikmesi, dolaşımı, işleyişiyle vücut bulurdu. Uzun zamandır şekillenen bir süreci yaşıyorduk, ama sanki her şey çok yeni, inanılmaz, akıl almaz... Farkında değilmişiz gibi, ama farkındaydık, içindeydik, üzerimizden savaş uçakları geçmiş, tankların paletleri altında ya da gaz fişekleriyle can vermiştik... Ve bir yandan herkesin dilinde bir iç savaş... Bütün savaşlar kötüdür, ama iç savaş en kötüsü...
Foucault’yu çok sık anıyordum bugünlerde. “Toplumu Savunmak Gerekir”de iktidarı çözümlerken şöyle bir ipucu vermişti: “[T]ersine, -bu da alınması gereken bir yöntem önlemidir-, iktidarın yukarıya doğru çözümlemesini yapmak gerekecek, yani sonsuz-küçük mekanizmalardan yola çıkarak; ki bunların kendi tarihleri, kendi yörüngeleri, kendi teknik ve taktikleri vardır, ardından da, kendi mantıklılığı ve bir anlamda kendi teknolojisine sahip olan bu iktidar mekanizmalarının giderek genelleşen mekanizmalar ve global egemenlik biçimleri tarafından nasıl sarmalandığını, kolonileştirildiğini, kullanıldığını, kaydırıldığını, dönüştürüldüğünü, yer değiştirildiğini, yayıldığını vb ya da bunların hâlâ nasıl yapılmakta olduğunu görmek gerekir.” Yani, Türkiye’deki iktidar savaşını, politikacıların birbirlerine söyledikleri sözlere, liderlere bakarak değil, aşağıdan yukarıya iktidarın işleyişine bakarak anlayabilirdik.
Ernst Bloch’un dediği gibi, dibi boylamış olmaktan güç müç doğmaz. Buna da alışacağımız malum, alışmışlığın bizi yatıştırıp uyuşturacağı. Çünkü, Baudrillard’a göre kitleler, anlam yerine gösteri isterler; aldatılıp kandırıldıkları doğru değildir. Feurbach, hakikatin azalıp yanılsamanın artmasının kutsal olanın değerini arttırdığını söylerken, modernleşmenin, yani “gösteri toplumu”na dönüşmenin varacağı yeri işaret ediyordu, intihar bombacılarının habercisi olduğu yıkımı. Guy Debord, “Gösteri Toplumu”nun açmazını gösteriyordu: “Modern üretim koşullarının hâkim olduğu toplumların tüm yaşamı devasa bir gösteri birikimi olarak görünür. Dolaysızca yaşanmış her şey, yerini bir temsile bırakarak uzaklaşmıştır.”
Siyaset, ibresini gösteriden hakikate kaydırmadığı sürece, dipte rüyalar görerek kendimizden geçmeye devam edecektik. Aslında o kadar da zor değildi.Sitüasyonistlerin bir lanet olarak bahsettiği, köleleştiren “hayatta kalma hastalığı” yerine, Walter Benjamin’in “hayata bağlanma” dediği şeyi koyabilirsek… Siyaset, bu bağlanmanın kendisine dönüşebilirse…
“Hayata bağlanma”yı düşünürken, balıkçılar kahvesindeki masama bir kedi sıçradı. Onunla göz göze gelince, kitaplar arasında düşünmekten yorulduğumu anladım.
Bana “Sen ne saçmalıyorsun böyle?” der gibi bakıyordu. Yüzümde bir gülümseme belirdi. Turgut Uyar’ın bir dizesini hatırladım: “ağlayanlar ağlamadı gülenler gülmedi…”
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 3 Ağustos 2016)