Soba
Posted: 7 Şubat 2017 Salı by bülent usta in
0
Balıkçılar kahvehanesinin ortasında yanan odun sobasının yanına sandalyemi çektim. Kahvehanede kimse benim kadar üşümüyordu sanırım, herkes sıcaktan kaçarcasına pencere kenarlarına oturmuştu. Aslında benimkisi de üşümekten farklıydı, denizdeyken başlayan bir iç titremesi…
Yazacağım yazıyı düşünerek sobaya bakarken, baktığım şeyin sadece soba olmadığına dair bir düşünceye kapıldım. Öyle birden bire değil, alevlerin sobanın kapağından kaçmak istercesine hamlelerini izlerken olmuştu bu. Masallardaki gibi cinsiyeti belli olmayan çok yaşlı ve bilge birinin karşısındaymışım gibi hissetmiştim. Bana, ağzını hiç açmadan gözleriyle “Anlat bakalım” der gibi sıcak bir gülümsemeyle bakıyordu sanki. Bir sobayla dertleşilir mi demeyin, bir kere bu sobayı görmediniz, hem yanan bir ateşin hipnotize ediciliğini bilmiyor olamazsınız.
“Gündeme ve gidişata dair bir şeyler yazmalıyım, çünkü çok fena şeyler oluyor, ama işin doğrusu sevgili soba, içimden gelmiyor siyasete dair yazmak. Yıllardır ne düşündüysem, okuduklarımdan, gözlemlediklerimden, hissettiklerimden yola çıkarak yazıp durdum. Aslında bu noktaya nasıl geldiğimizi, gazeteleri takip eden biri zaten biliyordur. Şimdiyse her şey o kadar açık ve ortada ki, ‘Kahrolsun Faşizm!’den ibaret iki kelimelik bir yazıyla, bugün yaşananlar özetlenebilir. Ama bugün ‘Kahrolsun Faşizm!’ demenin, gerçekte kendi başına bir anlamı yok. Nasıl kahrolacak, bütün mesele bu. İmza kampanyalarıyla mı, türküler şarkılar söyleyerek mi, yazarak mı?.. Kapatılan gazetelerin önünde toplanıp basın açıklamasından sonra dağılarak mı? Gidişattan rahatsız olan geniş kesimlerin sessizliği, iyimser olmalarından kaynaklanmıyor. Birikmiş hayal kırıklıklarından oluşan yılgınlığa teslim olunmuş sanki… Vitrinlerden oluşan bir labirentin içinde yolunu kaybettiği için eve dönme umudunu yitirenlerin yılgınlığı… Tecrit koşullarında, Foucault’nun tabiriyle ‘gözaltı koşulları’nda bir hayat sürmeye razı olundukça, o labirentten çıkılamayacağını onlar da biliyorlar. Herkesin kendisini evinde hissedeceği bir ülke, bir dünya hayalinden vazgeçmemektir umut, umudumuz, bize kalan ve bizden sonrakilere bırakacağımız miras…”
“Yılgınlık yok, direniş var!” diye seslenmesini bekledim sobanın, alevler coşmuş, yanan odunların çıkardığı ses iyice artmıştı. Sobanın, “İnsanları, gün boyu yutmak zorunda kaldıkları yalanlara muhtaç bırakan şey anlaşılmalı önce” dediğini duyar gibi oldum. Ah, emin değilim, bir sobanın konuştuğunu nasıl anlardınız ki?.. Çıkan alevler ve çıtırtıların melodisinden mi?.. Osman abi çay getirince, sobayla sohbetimiz bölündü. “Yine kendi kendine konuşmaya başladın” dedi gülerek, sonra ciddileşip devam etti, “Bak dikkatli yaz, bunlar önlerine geleni almaya başladılar. Kahveyi kapattırıp cezaevi önüne taşıma bizi.” Şaka yapmıyordu, ciddiydi, ama bu defa beni bir gülmek aldı. Hâlimiz gülünçtü çünkü, Thomas Bernhard’ın kitaplarındaki gibi acı acı gülünecek kadar saçma… Ama biz buyduk, yaşadığımız ülke buydu, başka bir yere gidemezdik, bedenimiz gitse de ruhumuz bu ülkenin sokaklarında gezinmeye devam ederdi. Ne kadar kızsak üzülsek de burayı seviyorduk. Bize bu sevgiyi unutturmak için ellerinden geleni yapmaları bir şeyi değiştirmiyordu. Yerliyiz dedikleri şey, bir gösterişti sadece. Savaş isteyince yerli olunmuyordu ya da doğayı katledince ya da toplumu kamplara bölünce ya da sansür ve yasaklarla özgür düşünmeyi engelleyince ya da kanun hükmünde kararnameyle… Yerli olmak, kimseyi ayırmadan, bu topraklarda yaşayan herkesin, doğayla uyumlu bir biçimde eşit ve özgürce yaşamasını istemekti.
Soba, düşüncelerimi duymuş gibi daha da alevlendi, dışarıdan gelen dalgaların sesi de artmıştı. Sobanın başında çayımı yudumladıkça içimde ılık bir huzur belirmeye başladı. Yüzüme vuran sıcaklıkta, bu toprakları sevdikleri için devletin gazabına uğramış, yaşayan yaşamayan bütün yerli aydınlarımızı, bedeller ödeyen insanlarımızı düşündüm. Sanki onlar da bu sobanın etrafına toplanmışlardı, ne de olsa hepimiz aynı rüyanın insanıydık… Kafa kafaya verirsek eğer, içine hapsedildiğimiz vitrinlerle süslü bu labirentten bir çıkış yolu bulacaktık.
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 2 Kasım 2016)