Yel değirmenleri ve devler
Posted: 7 Şubat 2017 Salı by bülent usta in
0
Geçenlerde yolum Beyoğlu’na düşmüştü, İstiklal Caddesi’nde yürürken ilk gençlik yıllarıma döndüm, bu caddede dinlediğim müzikleri, kitapçıları, dostları, aşkları hatırladım… İçinde istediğiniz her rolü oynayacağınız bir film seti gibiydi Beyoğlu. Girdiğiniz her ara sokakta, gerçekte daha önce binlerce kişi tarafından keşfedilmiş şeyleri, ilk defa görüyormuş gibi bir coşkuyla yaşayabilir, kendi hayal dünyanızda onu eşsiz bir şeye dönüştürebilirdiniz. Şimdiyse posası çıkartılmış gibi bir hali vardı, yenmiş ve kabuğu tükürülmüş pis bir şeydi. İstiklal Caddesi’ne bakarak yaşanan toplumsal değişimi görmek mümkündü. Edebiyattan sinemaya geldiğimiz noktayı özetliyordu bu cadde, büyü bozulmuştu, gördüğünüz her şey gördüğünüzden ibaretti ve korkunçtu, Cumhurbaşkanı’nın tabiriyle ucube…
Bu ucubeye bakıp kahrolmak ya da tiksinmek yerine, şaşkın bir halde, sanki yabancı bir ülkedeymişim gibi incelemeye koyuldum. Bir dostum, bunun mahsustan yapıldığını, herkesi çıkmaya zorladıktan sonra yeni baştan, kendi anlayışlarına göre imar edeceklerini ve başka bir rant kapısı yaratacaklarını söylemişti.
Nasıl ki Paris’ten başka bir Paris yaratamazsanız, Beyoğlu’ndan da başka bir Beyoğlu yaratamazdınız, başka bir şey yaratırdınız ve bu Beyoğlu olmazdı artık. Beyoğlu, can çekişen, ölmek üzere olan biri gibi görünmüştü gözüme o gün. Girdiğim sokaktaki merdivenlere oturup eski günleri yâd ederken, üniversitede Beyoğlu’ndan ve Beyoğlu’ndaki hayattan nefret eden bir arkadaşımı hatırladım. Burasının bir çürüme yeri olduğunu ve devrim olunca ilk işin burayı yerle bir etmek olduğunu söylemişti. Ona itiraz ederken söylediğim şey, ikimizin devrimden anladığı şeyin farklı olduğuydu, ben bütün ülkenin kitapçıları, sinemaları, tiyatroları, kafeleri, sahip olduğu bütün güzellikleri ve verdiği özgürlük hissiyle İstiklal Caddesi’ne dönüşmesini istiyordum. Şimdi o arkadaşım, Beyoğlu’nun bu hâlini görünüp seviniyor mudur bilmiyorum, ama o zamanlar söylediği sözlerinin, şimdiki iktidarın ve ona oy verenler arasındaki bazı kişilerin hissiyatıyla örtüşüyor olması, meselenin gerçekte başka olduğunu düşündürtüyor bana. Bu toprakların derinliklerine işlemiş haset ile açıklayabilir miydik bu olup biteni? 6-7 Eylül Olayları’nda hiç haset yok muydu mesela, o güzelim evleri, dükkânları yakıp yıkarlarken?..
Melanie Klein, psikanalizin temel yapıtlarından “Haset ve Şükran”da, hasetin oluşumunda bebeğin ihtiyaçlarının yeterince karşılanamamasının etkili olduğunu, iyi olan ilksel nesneyi, yani “iyi meme”yi içselleştiremediği için çocuğun zulmedilme kaygısının acısıyla başedemeyişindeki zorlukları anlatır uzun uzun.
Türkiye’deki modernleşme süreci, “iyi meme” olamadı herkes için, eksikti, hatalıydı, eşitsizdi. Sitüasyonistlerin yazdıklarından biliyoruz ki, kapitalizm, tam da “haset” denilen bu yıkıcı duyguyla işini görüyor, tüketimi kışkırtıyor, gönüllü köleliği ve vahşi rekabeti mümkün kılıyordu. Vaneigem, “olumsuzun dolayımı” diyordu buna; “başkalarının mutluluğuna” ve kendi mutsuzluğuna derin bir inanç, “kıskanıyorum, öyleyse varım…” Muhafazakârlık ve kapitalizm, tam da bu yıkıcılıkta buluştu, hasetle sarıldılar birbirlerine, altı market, üstü ibadethane olan bir AVM’ye dönüştürüldü ülke. Entelektüellerin yerini komplo teorisyenleri aldı, darbe girişimi bile siyaset bilimi ya da sosyolojiyle değil, ezoterizmle açıklanır oldu.
Bence yeni “Don Kişot”ların yazılması gereken bir zamandayız, tersinden, yel değirmenleri olarak görülen şeylerin gerçekte devler olduğunu anlatan…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 17 Ağustos 2016)